Tükeniş İçinde Düşünmeyi Keşfetmek

Tükeniş İçinde Düşünmeyi Keşfetmek
Giderek insanı metafizik boyutlarından soyutlayıp nesneleştirmeyi amaçlayan neo-kapitalist düzen/ek içinde kültürlü olmak; uyumlu olmanın, asimilasyonu özümsemenin çağcıl kategorisini oluşturmaktadır

AYVAKTİ.NET - Düşünmeyle birlikte insan varlığını anlamlı kılan tüm fıtri yetenekler ödün verilemeyecek başat karakterimiz olmalıydı. Ruhumuzun kimyasını oluşturan ilahi alaşım içinde hilkatimizin mühim bir unsuru olan düşünme melekesi, ayrıca konu edilmeyecek ölçüde yaşantımızın ve insan gerçekliğimizin realitesidir. İnsana varlıklar içinde en ayrıcalıklı vasfını kazandıran bu zihni olguya muhtaç bir varlık olarak nitelendirmemiz ruhumuza boğarcasına abanan nesneler ve nesnel ilişkilerin menfi etkileri sebebiyledir.

Nesnel imkânlar yığıntısı, kültürel bir renk kazanarak aldatıcı bir algıyla inkâr edilmez tarihsel katmanlar oluşturacak düzeyde gerçekliğe dönüşmüştür. Gelinen modernist aşamada nesnelerden ibaret dünyanın en üst katını yaşamaktayız. Ne olup bittiğini anlamaya dahi imkân vermeyen bir hızla yükseldiğimiz bu yerde, hayatın zaruretleri koşullandırmasıyla her şeyi önüne katan akıntı; bizi, biçimlendirilmiş algıların belli kalıplarına kapattığından, dünya yüzündekiler gibi kendi doğallığımızı yitirdik veya yitirmek üzereyiz.

Gerektiği gibi anlamaktan, algılamaktan değil, doğrudan insana özgü algı yeteneğini yitirişten söz ediyoruz.  Sözünü ettiğimiz bir kazancın, bir katma değerin meselâ bir servetin yitimi olsaydı, mutlaka bunun idrakinde olarak hiç olmazsa içine düştüğümüz yoksulluğun bilincinde olurduk. Oysa yükseldiğimiz bu katta ruhumuz feci bir düşüş içindedir. Bedenimizi buraya ruhumuzun üzerine basa basa çıkardık. Akıllı ve zeki insanı belirleyici sayılan ‘uyum’ ve ‘özümseme’ gibi kıstaslar benliğin nesnel koşullanmaya ne kadar adandığı anlamına gelmektedir. Giderek insanı metafizik boyutlarından soyutlayıp nesneleştirmeyi amaçlayan neo-kapitalist düzen/ek içinde kültürlü olmak; uyumlu olmanın, asimilasyonu özümsemenin çağcıl kategorisini oluşturmaktadır. Doğallıkla yeni insanı tanımlayıcı bir kavram olarak ‘kültürlü olmak’ ruhun etki ve itki alanından uzaklaşma mesafesi ile orantılı durumu açıklar olmuştur. Yani geleneğin yaşayan kodlarıyla bağlantılı bir ruh halini muhafaza ederek kültürlü kalmanın yolu her geçen gün daralmakta, daraltılmaktadır. Yeni, saltanatının keyfini harabeye dönüştürdüğü ruhî değerler üzerine kurduğu makamında sürdürmek istemektedir. Geçmişinden kopmayan insanı saltanatı için tehdit olarak görebilmektedir. Modern yapılanma, gelenin keyfi için kalkıp geçmişe sövecek tipleri kendi emrine amade kılmaksızın,   egemenliğini tam manasıyla kuramayacağını bilmektedir.

Aşkın yönelişlerle düşünmek tanrıyla rabıta kurmanın iç boyutudur. Farklı anlayışlar ve açılımlarda tezahür eden ilmin, tefekkürün ruh kökünde var olan aslında bu rabıtaydı. Bütün bir varlık âlemine, yeryüzüne o pürüzsüz ritmi, o efsunlu musikiyi katan, kazandıran ilahi nefesten başkası değildi. Hangi düzlemde olursa olsun insanî arayışlar bir şekilde bu bağlantıyı kurmaktaydı. Siz O’nu hissederdiniz, O’da sizi görür, gözetir. Düşünmek kuru akıl yürütme yerine böyle ilahî bir bağlantıyla gerçekleşen ve Allah’ın inayetini içeren bir mahiyete sahipti(r). O nedenle Platon’dan Nietzsche’ye kadar duyuş ve seziş, felsefi düşünceyi besleyen ana damar olmuştur. Oysa modern kültürlenmeyi yaşadığımız katta, akıl da zekâ da bütünüyle nesnel ilişkilere bağlı ve bağımlı işlemekte, gelişmektedir. Buna gelişme denirse tabi. Somut ve pratik olarak ‘işe yararlılık’ kavramının gündelik hayatı kolaylaştırıcı bir tarafı vardır. Düşünce, bilim, sanat tamamıyla bu amaca yani yaşamı kolaylaştırıcı bir amaca odaklanmıştır. Nitelikli düşünce, ancak ve sadece pratik maddi getirileri bakımından işe yarar düşüncelerdir. Geçerliliği olan estetik de felsefe de işe yaralılıkları ile değerlendirilirler. İşe yaramak sürüp gitmekte olan hayatı kolaylaştırıcı fonksiyona endekslidir. Kolay hayatların, benliğin özgür yönelimlerini savsaklayıcı, umursamaz bir tarafı olmuştur.  Tembelliğe teşne benlikler aleyhlerine olsa bile umursamazlığı yaşama biçimine dönüştürmekte pek hünerlidir. İnsanı kendi trajedisine güldürerek eğlendiren öldürücü virüs tüm dokumuza sirayet etmiş gözükmektedir. Giderek işe yararlılık muazzam bir eğlence kültü ve ölçüsüyle değerlendirilmektedir. İnsan kendi hiçliği üzerinde çıldırmış arzularla tepinirken aslında ruhunu öldürmenin zaferini kutlamaktadır. Nokta nokta çürüttüğü ruhunun son kalıntılarıyla onu oluşturan asal unsurları ayakları altında ezmekte, ezeli mükellefiyetlerinden kurtulacağını sanmaktadır. Önceden ruhu vardı ve sorumluydu. İşte şimdi o yükü boşalttı ve ondan yana sorumsuz. Özgürlük uzun süredir ruhtan bağımsızlaşmakla yorumlanmaktadır. Böylece çağımız insanının özgürlüğü ruhtan yoksun düşmüştür. Yaşadığımız çağın bizi ıvır zıvırla oyalayan hercümerci düşünme imkânını olabildiğince daraltmıştır. Bu daralmayı savunma mekanizmasıyla dışsal sebeplere dayandırmak, fıtri melekelerimizden uzaklaştığımız gerçeğinin göz ardı edilmesini daha ne kadar geciktirebilir? Artık varlık bilincini yüreğinde hissetme anlamıyla düşünmek imkânsız ölçüde zorlaşmışsa, insanın ontolojik kopuş ile açıklanması gereken yabancılaşması nedeniyledir. İnsan varlığımızın tekevvün ettiği zemin kaydığı veya kayganlaştığı için; akıl gerekli bağlantıları kuramamakta, çözümleme yapamamaktadır.  

Varlığımızı anlamlı kılan cevher, kanıksanarak normalleşmiş nesnel yığılmalarla zayıflamıştır. Dünyevi bir aldanış olarak hoş ama hakikat indinde boş gerçekliğin sayıltısından sıyrılış; öze doğru bir hamleyle yeniden kendi bilincimize varmak, yeni bir keşifle değerli kılınacak yalın insan varlığımızın çevresindeki kuşatmayı yarmaya niyetlenmekle başlayabilir. Birkaç kademeden kurulu bu kuşatmayı yarma eylemi, bizi düşünmenin gerçek iklimine yaklaştıracaktır. Gündelik hayatın hakikatte bir değer ifade etmeyen hay huyu bu kademenin sadece en yakın olanıdır. Sonra çağa egemen anlayışlarla yüzleşmek gelecektir. Bu ikinci kademe sadece sıradan insanları değil entelektüel sanılan çoğu kimseyi de etkisi altında tutan bir alandır. Gündelik yaşamın coşku, ümit veya beklentileri, bu alana egemen olan anlayışın sadece en görünür yansımasıdır. Yaşadığımız çağın veya coğrafyanın aktüel sorunları üzerinde yoğunlaşmak hepten gereksiz olmamakla beraber, entelektüel ilgileri nitelikli kılan çabalar olarak anlaşılmamalıdır.

Yazık ki, bu çaba içinde olan birçok aydın toplumu ve yaşamı biçimlendiren bir kurgunun parçası, üstelik etkin bir parçası olabilmektedir. Hatta bu kurgular projelendirilirken entelektüel katkı her zaman hesap edilir. Bu durumda daha üst seviyede sanılan zihni yapılar, düşünce adına yaptıkları yönlendirmelerle, başka bir yoldan bireyi sisteme eklemenin gönüllü veya görevli aracıları olurlar. Bu durumda gerçek anlamada düşünmenin önünü açması gereken aydın, düşüncenin özgürleşmesi sürecinde umut vaat etmez, hakiki manasıyla düşüncenin önünü tıkar. Aklı açmaz içinde olan aydın hangi sokağın çıkmaz olduğunu haber verecek icazete sahip değildir. Husus en Türk aydını samimi olarak böyle bir arayış içinde zaten olmamıştır. Karışık ve karanlık iç dünyasıyla derin bir kimlik sorunu yaşamaktadır. Bu yönüyle bizim trajedimiz, aydınları karanlıkta olan bir milletin trajedisidir. İçine düştüğümüz dehlize aydından da ışık gelmiyorsa iş başa düşmüştür. Birey kendi ışığını kendi yakacaktır. Sahici bir tenvirat için kendi ışığımızı yakmamız yetmeyebilir. Kendi çerağımızı kendi ateşimizle yakmamız icap edebilir. Göğüncüyle akkor metalleri eritmeye yekinen yüreğim, yılmadan yinelemelisin niyetini her daim. Sık dişini, dayan; az kaldı, o kıvama ermek üzeresin.

Kendi ışığımızı kendimiz yakmak için haydi düşünelim.

İyi ama düşünmek ha deyince başlayacak bir faaliyet değildir. Bulanık iç denizimizin en uzak kıyısında kendimizi seçtiğimiz an, aradaki mesafenin uzaklığını da fark ettiğimiz an olabilir. Ne garip ve acınası bir durum. Hangi butona bassak da düşünmeye başlasak acaba?... Neyi neyle, hangi birikimle, hangi hafızayla, hangi değerle düşüneceğiz? Kendimize yönelişimiz içimizin kaygan boşluğuyla ilk temas kurduğunda sekteye uğrayabilir. Düşünmek yaşamı, varlığı, hakikati, doğruyu, iyiyi, güzeli dert edinmekle olur. Düşünmek doğrudan insan varoluşuyla ilgili olduğu zaman anlamlıdır. Değilse maaşımıza ne kadar zam yapıldığını, hangi alışveriş merkezinde neler alıp almayacağımızı dert etmenin düşünce adına kıymete haiz bir tarafı yoktur. Kastettiğimizin bu türlü düşünmeler olmadığını söylemeye bile gerek yok. Modern kültürleşme süreci varlığımızı maalesef cicili bicili, allı pullu nesneler dünyasının büyüsüne katarak eritip tüketti. Kocaman adamlar olarak çocuksuluğumuzu makul kisvelerle normalleştiriyoruz. Bütün şehirlerimiz biz büyük çocukları eğlendiren lunapark olup çıktı.  Ey bir türlü olgunlaşamayan şımarık çocuk, çılgınca tüketime yöneldiğin her saat, gram gram kendini tükettiğinin farkına varmalıydın. Meğer kendini tüketmeye, hiçliğin saltanatına adamaya ne kadar gönüllü ne kadar doyumsuzmuşsun. İşte şimdi geldiğin noktada istesen de körelmekte, tutulmakta olan düşünme yeteneğini açamıyor, işler hale getiremiyorsun. Aklın kaldırmıyor. Ruhun daralıyor. Doktorlar psişik bir durum diyorlar sadece. Kafaya fazla takmamalısın. Fazla düşünmemelisin. Yasal ve siyasal konjonktüre de uyar bu reçete. Düşünmek uyumu bozar biliyorsun; özümlemeyi geciktirir.

Bu kadar zor olanı yani kendini böylesine derin ilgisizlikle unutuşu nasıl başardın, nasıl? İnsanın hatırlamayacak ölçüde kendini unutuşu modern toplumların ölümcül hastalığıdır. İnsanın bir başkasına öykünmesi ile tanımlanan yabancılaşma aşaması artık geride kaldı. Şimdi gerçek anlamda yabancılaşma insanın doğrudan insan varlığından kopuşu ile açıklanmak durumundadır. Yani insanın varoluşsal niteliği değişti. Ontolojik düzlemi çöktü. Bedenlerimiz insana yaraşır bir ruh ve gönül taşımaz oldular. Ruhumuz süfli arzuların istila ettiği bütün alanlardan çekilip uzak, metruk,  bir köşede büzüşmüş duruyor. Orada dura dura o da tembelleşti; derin mi derin bir uykuya dalmış görünüyor. İnsan nasıl itilir; aşka, bilgiye, imana, manaya nasıl kışkırtılır o da bilmiyor. Eğer el altından ruhun hâlâ canlı tutulan bir damarı varsa, o da arzuların ateşine yakıt akıtmak için kullanılmaktadır. Keyfine vara vara ve yavaş yavaş ölmek için mi doğuyoruz sadece? Bedenlerimiz ölü ruhları gezdirmekten başka bir şey yapmıyor. Zaman zaman uyanır gibi, uyanacak gibi oluyor ama sorumluluğun sınırlamasıyla yalancı özgürlüğünün azalacağına koşullanmış beden can havliyle irkiliyor. Kendine yaklaşmaktan, kendini hatırlatan, hatırlatacak olan işaretlerden, kelimelerden, müzikten sıkılıyor. Kayıt dışı, barkotsuz kelimeler insanı ürkütüyor. Nesnel karmaşanın ritmine, makamına uymayan müzik ruhumuza gıda olamıyor. Karmakarışık iç evreniyle de olsa insan şuuraltı bir devinimle yine de kendini arıyor. Ne ki, kendini, kendine ait olanları unuttuğu için neye ihtiyacı olduğunu, neyi bulması gerektiğini net tezekkür edemiyor. Ey insan ‘kimsin sen?’ sorusu onu şoktan, aldanmışlıktan, sarhoşluktan kurtaracak yüzleşmenin ilk merhalesini oluşturabilir. ‘Kimim ben?’ diye kendine soran kişi özüne, hakikate yönelişin o ilk önemli merhalesine girmiş demektir. Kimim ve kim değilim? Neyim ve ne olamam?

Hadi düşünelim.

Düşünelim demekle olmuyor. Şeytanî bir kurgu ve düzenek insanı yıllar, asırlar boyu çevrintinse öyle sarmış ki düşünme yeteneğimiz dumura uğramış. Karanlık ve kapalı odalarda uzun süre bekletilmişiz. Üzerimizde uygulanan işlemlerden sonra hislerimizde fonksiyon bozukluğu oluşmuş. İstesek de göremiyor, duyamıyor, düşünemiyoruz. Duyduğumuzu sandığımız gerçek bir ses, gördüğümüzü sandığımız gerçek bir obje, düşündüğümüzü sandığımız gerçek bir mana değil.

Spazmlar geçiren kalbimiz yeni bir ritim tutturmalıdır. Sadrımız serinletici bir sükûtu sürur etmelidir. ‘Elem neşrah leke sadr’ak’ Sahibine seyirle soylu, sakin, sarsıntısız. Bizim ve bütün bir insanlığın muhtaç olduğu ruhta inklab (inkılâp değil), kalbin kendine, sahibine avdet etmesiyle mümkün olacaktır. Zaten kalbin dönüşümü ile kalbî dönüşüm ile olmayan değişim inklab değil inkıraz olur. Kalbimizin orta yerine düşüşü seçeneksiz kılan düşünce, bizi bir düşüşten sakındıracak can damarımıza can katacaktır. Orta yerinde kalbin anıtsallaştığı hayat, kalbimizin tam ortasını ve tam ortasından düşünerek kurduğumuz hayat olmalıdır/olacaktır.

Ciddi, köklü, sarıcı, hakikate dair düşünmek için önce esaslı bir hareket noktası ve programı yapmak gerekir. Yakın toplumsal geçmişimizin talihsiz sayılacak tarihsel etkilerini kişilik ve kimliğinde ister istemez barındıran bizler için bu konu hayati öneme sahiptir diye düşünüyorum.

Ve ruhun uyanışı için.

Bu haber toplam 3278 defa okunmuştur
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.