1. YAZARLAR

  2. Mehmet ASLANOĞULLARI

  3. Türk’ün buuks’u, Arab’ın ‘bukra’sı
Mehmet ASLANOĞULLARI

Mehmet ASLANOĞULLARI

Eğitimci - Yazar
Yazarın Tüm Yazıları >

Türk’ün buuks’u, Arab’ın ‘bukra’sı

A+A-

Havaalanına ineli bir saati geçti ama Behçet Bey ile birlikte planladığımız şehre iniş bir türlü…

Nihayet bagajlarımız geldi diye sevinecekken, az ötede, bagajları geçireceğimiz noktada bir sorun çıkıyor. Benim çantalarda yasak herhangi bir madde bulunmadığına hükmedilmiş olacak ki sorunsuz bir şekilde rayların öte tarafına geçtim. Buna şükrettim, çünkü yurtdışına her çıkışımda mutlak bir vesileyle çantamı açıp içerisinden ya bir şeyler çıkarmışlardır ya da çantada bulunan eşyaya dair hala anlamlandıramadığım sorulara muhatap olmuşumdur.

‘Aldığınız hediyeler kaç para tuttu? Ödemeyi nasıl yaptınız? Ne tür hediyeler aldınız?’ gibi soruları duyduğumda acemilikten olacak soruyu sorana anlamsız ve boş bakışlarla bakmamıştım!

Ama Behçet Bey’den uçakta da yanına aldığı ve içerisinde bolca kitap bulunan küçük çantasını açmasını istiyorlar. Çantayı açtı, içerisinde bulunan uçaktan kalma ıslak mendil, poşet çay, üçgen peynir ve zeytinyağı limon karışımı poşetçiği yan cebine koyarak çantada bulunan kitapları çıkarmasını işaret ettiler. İşaret ettiler diyorum, çünkü bilmek zorundaymışız gibi rahat bir şekilde Arapça konuşuyorlar. Bu da bizim için işaret dili veya badi lenguiç gibi bir şey. İngilizce konuşsalar Behçet Bey de ben de hemen oracıkta açıklama yapıcaz ve her ne sorun varsa çözmeye çalışıcaktık. Gözünün çapağı yiyilesi İngilizce burada para etmiyor! Hayret ki ne hayret! Amerikanca olduğu için mi aceba? Yoksa 86 yılındaki meşum olaydan sonra bu ülkede İngilizce konuşmak yasaklandı mı?

Orta Doğu’nun orta yerinde mukim antik bir beldenin halkını yerlerinden yurtlarından ederek, binlercesini öldüren, hapse tıkan, direnenleri anarşist diye niteleyen ve son yıllarda insanlık itibarını beş paraya düşürerek bir tür tecrit duvarı yapan ve resmiyette yeryüzündeki her ülke tarafından tanınan(?) ve adını buraya aktarmayacağım ülkeye giriş yapmışsanız bu ülkeden içeri adım atamıyorsunuz. Demek İngilizceye yönelik te böyle bir yasağı mı vardı ki?

Behçet Beyin çantasında bulunan,-daha sonraları Risale-i Nur olduklarını öğrendiğim, kitaplara el koydular ve bunu önleme adına yaptıklarımız durumun gidişatına hiç bir olumlu katkıda bulunmadı. Behçet Bey Sivas’lı ve bir petrol şirketinde hendese işiyle meşgul. Saidi Nurani’nin kitaplarını da iki yıldır okuyormuş.

-‘Şu sizin risalelerde neler yazıyor ki Rusya’da yasaklanıyor, burada el konuyor, Behçet Bey?’ diye soruyorum. Sorunun cevabını bildiğimi ima ederek başını sallıyor. Sonra İngilizce bilen Arap asıllı biriyle konuşarak yardım almaya çalışıyoruz. Bize yardımcı olan kibar bey kitapları geri alabilmek için bilmem ne adlı kurumdan resmi bir yazıyla müracaat etmemiz gerektiğini ve bugün resmi tatil,-Cuma, olduğu için, yarın da resmi tatilin,-Cumartesi, devamı olduğu için Pazar günü havaalanına getireceğimiz bu resmi belgeyle kitapları geri alabileceğimizi söylüyor. Kitaplara el konulmasının nedeni olarak ta içerisinde bir kısım Kur’an ayetleri olduğunu ama kitap Türkçe olduğu için bu ayetlerin hangi bağlamda kullanıldığı hakkında bilgileri olmadığı için el koyma işleminin gerçekleştirildiğini ekliyor. Bunun kendi yorumu olduğunu zannediyoruz.

Ve kitap yasaklama, sakıncalı yayınları belirleme kurumu gibi kurumlar tesis etme sanki olağanmış gibi bunu şaşkınlıkla değil normal günlük rutinlermiş gibi kabullenmiş, daha doğrusu buna alıştırılmış olduğumuzdan durumu normal karşılıyordum. Behçet Bey ise hayli düşünceli bir hal aldı. Kendisine önemli bir durum olmadığını ve Pazar günü bu işi halledebileceğimizi, gerekirse resmi olarak bazı başvurular yapabileceğimizi söyledim.

Cumartesi günü tanıştığımız ve aynı şirkette operatör olarak çalıştığını öğrendiğim Hıdır Bey ile (evet şaşırtıcı ama bu adla müsemma Hıdır Bey daha otuz üçünde bir adam, yani yaşı başını aşmış, uzun beyaz sakallı bir Alevi dedesi değil, hatta Hanefi kendisi) o adını galiba hiç ezberleyemeyeceğim ve telaffuz edemeyeceğim kuruma yollanıyoruz. Kurumda görüştüğümüz kimseler bizi başka bir yere havale ediyorlar, oradan yine başka bir kuruma gönderiliyoruz. Haseki hastanesindeki sağlıkçı memurenin yaptığı gibi sürekli olarak farklı yerlere yollanıyorsunuz ve sanki daha önce sizi başka kuruma havale eden kendisi değilmiş gibi, sizi ilk defa görmüşlüğün şaşkınlığını üzerinde taşıyor. Hatta ‘Sizinle beraber bir çay içebilir miyiz?’ diyecek kadar samimi ama her görüşünde bu yabancı adam da kim diye şaşırarak ve alt dudağını ısırarak konuşuyor. Yok, gözlüklü değil ve sarışın da sayılmaz ama öyle bir tip işte.

Sonra, yani Trablus’a gelişimizin ilk haftası dolduğunda, bugün, kitapları teslim almak için geldiğimiz kurum yine ilk gün geldiğimiz kurum oluyor. Bu kez sorumlu kişi, Arapça tercümanlığımızı yapan Hıdır Bey’e ‘bukra’ diyor. Yani yarın gelmemiz gerektiğini söylüyor. Hıdır Bey ‘Bukra’ sözcüğünü duyunca yarışı kaybettiğine değil eşekçilerle yaptığı gizli pazarlıktan kazanacağı parayı kaybettiği için üzülen seyisin acıklı haline andırıyor. Sonraları ‘bukra’ kelimesini duyduğunda üzüldüğünü anladığımı kendisine açıkladığımda iyi bir gözlemci olduğumu söylemişti.

Neden bunca kötü göründüğünü sorduğumda ‘Arab’ın bukrasının sonu gelmez’ deyiverdi. Henüz bu sözün atasözü mü Hıdır sözü mü olduğunu bilmiyorum ve onca merakıma rağmen Hıdır Bey’e de sormadım ve galiba gerçeğini öğrenmek istemiyorum. ‘Bukra’nın sonu gerçekten de gelmiyormuş. Çünkü üzerinden bir hafta geçmesine rağmen bir arpa boyu yol bile almış değiliz. Kitaplar orada, havaalanındaki yerlerinde duruyorlar, kimsenin o kitapları okuma ihtimali mevzubahis değil, bunu da biliyorum.

Doğal olarak başa gelen bu olay hakkında demek ki bulunduğunuz ülkede demokrasi, fikir özgürlüğü, iletişim hürriyeti v.s yok, demos egemenliği söz konusu değil, fikirlerden korkuluyor, dayatmacı ve otokratik bir yönetim hükmediyor türü klişe tahminlerde bulunacaksınız ama ben artık öyle düşünmüyorum. Düşündüğüm ve vurgulama gereği hissettiğim nokta, altının yeşil kalemle çizilmesi gereken husus, yasakların cehaletten kaynaklanıyor olması. Yani pek bilindik ‘kişi bilmediğinin düşmanıdır’ vecizesinin real halidir dikkat çekilmesi gereken nokta.

Siz hiç üzerinde az da olsa düşünerek, düşün adamı herhangi bir kişinin kitaplarını okuyup ta ondan etkilenmeyen birini gördünüz mü?

1900lü yılların başında gerçekleşen Anadolu’nun İstiklal Harbi tanığı Halide Edip’in ilk olarak İngilizceleri, sonraları Türkçeleri de yayımlanan kitaplarını okuyup ta bu kadının kitapları beş para etmez dediniz mi?

Gayet haklı olarak eleştirerek, aldığı ödülü politik nedenlere bağladığınız, kendi toplumundan öç almaya çalışan ‘Batı’nın gönüllü ajanı’* olarak tavsif ettiğiniz Orhan Pamuk’un örneğin, Beyaz Kale’sini misal, okudunuz mu?

Bunları ama vatan haini veya feministlikle suçladınız mı? Neden? Neye dayanarak?

Amacım merak duygunuzu tahrik etmektir!

Belki de buna, o ki kitapları teslim alma ümidimizi canlı kılan tek ihtimal onları alıkoyanın mezkur kitapları okuyacağı akidesidir demek gerektir!    

Acaba yasak olduğu gerekçesiyle el konulmuş kitapları, bir vesileyle kendilerine satıldığı için, piyasa fiyatından ucuza satan bir kitapçı, burada da var mıdır?**

*Atilla İlhan’ın Türk aydını için yaptığı tanım.

**Beyazıt sahaflarına selam ederim.

Bu yazı toplam 7228 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.