1. HABERLER

  2. MAKALELER

  3. “Modern Psikoloji’den” Sistem Dizimlerine Uzanan Yol

“Modern Psikoloji’den” Sistem Dizimlerine Uzanan Yol

Psikoterapist Mehmet Zararsızoğlu; "Bütünsellikçi yaklaşımların, “modern psikoloji” dünyasının cüzi-rasyonel akla dayalı dengelerini alt üst ettiğini" söyleyediği makalesinde Modern Psikolojiden Sistemler Dizimlerine uzanan yolun haritasını

A+A-

Psikoterapist Mehmet Zararsızoğlu; "Bütünsellikçi yaklaşımların, “modern psikoloji” dünyasının cüzi-rasyonel akla dayalı dengelerini alt üst ettiğini" söyleyediği makalesinde Modern Psikolojiden Sistemler Dizimlerine uzanan yolun haritasını çizdi. Özellikle Psikoloji biliminin tarihsel gelişimini oldukça anlaşılır bir üslupla  ifade ettiği makalesinde önemli tespitlerle beraber iç tutarlılığı olan çeşitli eleştirilerede yer veriyor. İşte Zararsızoğlunun makalesinde ki ayrıntılar:


Psikolojinin günümüzdeki konumunu anlayabilmek, onun geçirdiği evreleri çok iyi bir şekilde tahlil etmemizle mümkündür. Kendi içindeki gelişim ve değişim süreçlerini, oluşan onlarca ekolü ve geldiği noktayı bu kısa yazıda özetlemeye çalışacağım.

Avrupa’da 17. yüzyılın başında, dünyanın geleceğini belirleyecek sessiz bir devrim gelişti. Martin Luther ve Calven’in öncülüğünde Hıristiyan dinine yönelik bir kurtarma operasyonu gerçekleştirildi. Sonraki dönemde olan Hıristiyanlığın çöküşü geciktirildi. Avrupa’da Rönesans, Barok, Aydınlanma ve Reform hareketleri ile yeni tür bir “ideal insan” tipi Psikanalitik çevrelerin algısına göre bu hareketler; insanın aczinden kurtularak, tabiat güçleri ve madde üzerine sonsuza dek hükmedeceği bir zaferin sarhoşluğunu yaşaması anlamını taşıyordu. Varoluş kaygısı azalmış; ‘göklerdeki babaya’ ihtiyaç duyulmayan, kendi bilginliğine güvenin olduğu, bilgeliğin çağdışı bulunduğu ve insan aklına tapılan bir süreç başlamıştı. Sekülarizm, rasyonalizm, pozitivizm, fizikalizm her şeyin üstüne çıktı, hatta insan ruhunun bile ölçülüp biçilerek anlaşılabileceği varsayıldı. Yıllar boyunca felsefe ve dinsel öğretilerin tekelinde olan psikoloji, böylece dine alternatif bir kurum haline dönüştü. Modern psikoloji, bilimlerin çıkış noktası olan aklı temel noktası haline getirdi. Protestan bir papazın oğlu olan Freud’un büyük Fechner diye söz ettiği kişi, manik depresif bir tıp doktoruydu. Bu adam sağlıklı olduğu dönemlerde ruhsal ve maddi dünyalar arasındaki sırlara yönelik çalışıyordu. En önemli teorisi, “her şeyin başı kaos ve yok etmektir, yok etme kendisini yok ettiğinde varlık meydana çıkar” şeklinde idi.

Freud’un libido kuramı ve ikinci temel içgüdü kuramı olan tanatos (ölüm ve yok etme tutkusu), Fechner’in bu ispatsız spekülasyonuna dayandırılmaktadır. Modern psikolojinin öncüleri olan bu kişiler “insan aslında kötüdür, çıkış noktası kaostur” iddiasını taşıyorlardı. Freud ondan ruhsal enerji, haz/acı, devamlılık kuramlarını da aldı. Freud’a göre ruhsal süreçte hem eros (sevgi dürtüsü) hem de tanatos (ölüm ve yok etme dürtüsü) vardı.

Karl Marx ve Darwin’in yanı sıra Freud’un modern çağın dünya görüşüne şekil veren, çağın ruh yapısını belirleyen psikanaliz medeniyetini oluşturan bir bilim adamı olduğunu düşünürsek, bu karamsar, insanı aşağılayıcı, sözde bilimsel spekülatif hezeyanların ne kadar tahrip edici olduğunu görebiliriz. Freud, Batı dünyasının yapısını ve gelişimini derinden etkilemiştir. Mesela modern, çağdaş, özgür kadın konusunda, onun“yetersizliğine” yönelik savunmaları olmuştur: “Doğuştan fıtri yetersizlik taşıdığına (penis kıskançlığı) inanmış veya inandırılmış zavallı kadının maddi güç, mevki ve iktidar peşinde koştuğunda bir tür erkek karikatürü olmaya başladığını” söylemiştir. Freud’a göre kadınlar, asli güzelliklerini, yani bilgelik, yaratıcılık, sezgisellik ve merhametlerini yitirmiş, bu erkeksi var oluş tarzı sonunda emanzipe olmuş (özgürleşmiş) “erkek kadınlar” veya bugünkü sosyolojik yeni bir deyimle “penisli kadınlar” meydana çıkmıştır. Bunun sonucunda da, kadın erkek ilişkileri zoraki bir “dürtü tatminine” dönüşmüştür. Freud’a göre doğuştan gelen yetersizliği ile kadın, değer kazanabilmek için dişiliğini aşırı derecede sergilemeli ve erkekler dünyasında şerefini kurtarmaya çalışmalıdır. Batı dünyasının sözde özgür emanzipe kadını, cinsel bir nesne haline dönüşüp-dönüştürülüp kendine Sigmund Freud’un kuramları, 19. yüzyıldan beri devam eden bir akımın, “dinamik psikiyatri”nin devamı niteliğindedir. Freud, insan ruhunu üç kısma ayırmıştır: Bilinç, bilinç öncesi ve bilinç dışı. Sonra bunları yetersiz bulup “üst benlik” kavramını geliştirmiştir.

Ben; kişideki ruhsal süreçlerin anlamını, organizasyonunu, id bilinç dışında potansiyel olarak var olan içgüdüleri, üst benlik/süper ego da, toplum ve ana babadan aktarılan değerleri ifade ediyordu. Freud itiraf etmese de, Nietsche onun düşünce sistemine derinden tesir eden düşünürlerden biridir. Her iki düşünürün tezinde de, özellikle bilinç dışında hayvani ve vahşi dürtülerin hüküm sürmesi ile ilgili olarak insana yönelik karamsar bir yaklaşım söz konusudur. Ağır depresif krizlerden psikoza kadar sürüklenerek 45 yaşında ölen Nietsche, yaşamı boyunca üstün insanı bulma çabalarına maalesef yenik düşmüştür.

Ayrıca bunun dışında, Freud’un insan kavrayışını Darwin ve Marx’ın derinden etkilediğini düşünüyorum. İnsan toplumlarının oluşumunda biyolojik etkenlerin rolü, ahlak ve vicdanın körü körüne sürdürülen bir var oluş kavgasından kaynaklandığı görüşü, Darwin’den gelmektedir.

Freud’un düşünce sistemi, daha o hayattayken çok eleştiri aldı. Başta Adler ve Jung gibi ilk psikanalistler, neo-psikanalitik ekoller, hümanistler ve varoluşçular, insan yapısını farklı açılardan bulmaya çalıştılar. Hepsinin ortak duruşu, “Biz aslında Freud tarafından tanımlanan, içinde karanlık güçlerin hüküm sürdüğü o zavallı insan değiliz” şeklindeydi. Jung ise çağdaş rasyonalizme karşı çıkan, ruhuna yeniden sahip çıkması için insana cesaret veren bir duruş sergilemiştir. Nitekim daha sonra yandaşları bu durumu yeni bir dinin doğuşu olarak kabul edip, Jung’u bir tür yeni Tanrı elçisi (hiçbir zaman bu şekilde dile getirmemiş olsalar da) göreceklerdi. Freud ve Jung, 19. yüzyıl Avrupası romantik akımının temsilcileri olmakla beraber, iki psikiyatrist arasında bariz farklar vardı. Freud pozitivizm, indirgeyici bilimsellik ve Darwinizm’den etkilenirken, Jung bu yaklaşımı ret ederek, psikiyatrinin öz kaynaklarına, yani romantizm ve tabiat felsefesine geri dönmek Jung, aktif hayal kurma metodu ile bilinçdışının derinliklerinden oluşturduğu arketip (kök örnek) öğretisinin temelini oluşturuyordu. Bireyselleşme kavramını geliştirdi. Freud’un bilinçdışı kavramı, karanlık güçlerin hüküm sürdüğü kötü ve kaotik bir yapıda iken, Jung’un bilinçdışında insanın gelişimini dostça destekleyen öğeleri öne çıkardığını gözlemleriz. Örneğin Freudçu psikanalize göre, sapkın dürtülerin cinsel nesnesi olarak tanımlanan anne, Jung tarafından, koruyup kollayan, şefkatli bir insan konumunda görülüp değerlendirilmiştir.

Özetle Jung’a göre insan egosu, mekansal dış dünya ve ruhsal iç dünya arasında bir köprü konumundadır. Egonun çevresinde, ömür boyu yapısal değişikliklere maruz kalan bir dizi alt kişilik yer alır. Bunlar; persona, yani birinci rol kişiliğimiz, gölge, anima (dişil kişiliğimiz) ve animus (eril kişiliğimiz), ruhsal arketip ve Jung’un analitik psikolojisinin ana kavramlarından biri olan özbenlikten oluşur.

Jung’un yaptığı psikoterapinin amacını, kişinin doğal gelişim süreci sekteye uğradığında, kişiyi yeniden bireyselleştirme süreci ile buluşturma çabası olarak adlandırabiliriz. Jung, Batı dünyasındaki öğretiler kadar doğunun bilgeliklerine de uzanmıştır. Budizm’den, Kızılderililerin animizmi (canlıcılık), İran dini Mazdeizm’e kadar geniş bir yelpazede arayışlarını sürdürmüştür.

Freud ve Jung, ilahi bağlarından kopan pusulasız, rehbersiz, uçsuz bucaksız insan ruhu okyanusunda yol almaya çalışan Avrupa insanına yön bulmaya çalıştılar. Temel sorun, insanın kendi kendine yabancılaşmasıydı. Psikanaliz, bu fırtınalı sulardan rasyonel aklı kullanarak çıkmaya çalıştı. Bu şekilde “Ruhun Aklı”na (Bert Hellinger’in Aristoteles’ten esinlenerek kullandığı bir kavram “Spirit Mind”) tümüyle cephe alıp (hatta yok sayarak), cüzi akla güvenerek gerekli sosyal yapılaşmayı oluşturuyordu.

Freud, insanlığın maneviyat yönünü bir savunma mekanizması olarak ele aldı; Avrupa dışındaki maneviyat birikimini küçük görüp araştırmadı bile. Dolayısıyla, benim için o dönem ve hâlâ geçerli olan Avrupa Santrizmi (Avrupa merkezciliği), temel kalkış noktası oldu. Avrupa merkezciliği kısaca, yaşamın ve dünyanın Avrupalının bilgi, buluş, deneyim ve öngörüleri çerçevesinde tanımlandığı ve bunun, diğer tüm “geri toplumlar” tarafından izlenip öğrenilmesi gereken yegane yol sayıldığı duruştur. Jung ise takdir edilecek bir duruş sergileyerek, Taoizm, Budizm, Hinduizm üzerine yaptığı ciddi araştırmalar sonucunda, bu mecranın dışına çıkmaya çalışmıştır.

Freud ve Jung Sonrası

Adler, Nietsche’den esinlenerek kendi “irade gücü” teorisini oluşturdu. Erich Fromm, Horney, W. Reich gibi isimlere de referans oldu. İnsan resminin sosyal ilişkilere dönük yönünü bir araya getirmeyi denedi.

Klasik psikanaliz insan psikolojisinin oluşumunu hayatın ilk beş yılı ile sınırlandırırken, Anna Freud, Hartmann, M. Klein, Balint gibi diğer araştırmacılar, tamamlanmamış bu resme daha üst bir konumdan bakmak istediler.

1940’lardan, yani 2. Dünya Savaşı’nın buhranlı günlerinden sonra, psikoloji biliminin ağırlık merkezi ABD’ye kaydı. E. Erikson, insan hayatına bir üst konumdan bakarak değişik evreler, hayat çağları ve bu çağlara uygun var oluş tarzları olduğunu fark etti. William James’in davranışçı ekolü, Gestalt, Horney’in “gerçek benlik kavramı” ve Rogers’ın “benlik kavramı”, yeni psikolojinin ilham kaynağı oldu. James “saçak bilinç” dediği insan bilincini, sürekli akan bir ırmağa benzetti. Daha sonra James şunları söyledi: “Tüm uğraşıların sonucunda edindiğim bilgi; var olan bilincimizle oluşan dünyanın, aslında, var olan birçok bilinç dünyasından sadece bir tanesi olduğu, öte yandan diğer dünyaların da bizim açımızdan anlamlı deneyimler içerdiğidir.” Devamında, kişisel deneyimlerim sonucunda, sabit ve dogmatik bir sonuç ortaya çıkıyor. Bizim bireysellik dediğimiz şey, evrensel bilincin bütünselliği önüne tesadüfen çıkan bir engeldir. Engin bir deniz gibi olan bu evrensel bilincin içine akıllarımız, akarsuların ana denize ulaşması gibi.

Horney, hümanist psikolojinin ilk temsilcilerinden biridir. Kadınsı yaratıcı bilgeliği ile Freud’un mekanik evrim kuramını aşmıştır. Bu kuram şudur: Evrendeki hiçbir şey yeniden yaratılamaz, sadece dünkünün bir değişmiş hali olarak ortaya çıkar. Freud, insan gelişimini ilk beş yıl ile sınırlı tutar, sonraki evreleri bu beş yıllık dönemin bir uzantısı olarak görür. Horney’in psikolojiye en büyük katkısı, Freudçu görüşü terk ederek insanı geçmişinin hapishanesinden çıkarması ve yaşadığı anın potansiyeliyle buluşturması yönünde görülmüştür. Horney’e göre nevroz kavramının özü, insanın her an yaratıcı kendiliğini yaşamasına imkan veren, bireysel varlığı ile teması kaybetmesidir. Abraham Maslow, Horney sonrası kişilik ötesi psikolojinin Batı dünyasındaki temellerini atan kişi oldu. Maslow, psikolojinin durumunu şu cümlelerle özetliyordu: “Freud sanki psikoloji ilminin hastalıklı yarısını anlatmıştı. Bize ise sağlıklı diğer yarısı ile bu ilmi tamamlamak düşüyor”. Maslow, gördüklerinin sadece “burası ve bu an” ile sınırlı olmadığını savunmuştur. Maslow’un bir diğer önemli görüşü, Kurt Goldstein’den esinlenerek oluşturduğu “kendini gerçekleştirme” kavramıdır. Goldstein’ın, zamanının nörofizyoloji alanında, insan organizmasının bütünselliği ve birliği konusunda bulduğu; organizmanın herhangi bir yerinde oluşan değişikliğin tüm organizmayı etkilediği gerçeğidir. Bunu ünlü İngiliz biyolog Rupert Shaldreke, morfojenetik alan teorisi ile tüm canlılar dünyası için ispatlamıştır.

Maslow, bir ihtiyaçlar hiyerarşisi oluşturmuştur. Ortaya çıkan piramidin tabanında yemek, içmek, cinsellik gibi fizyolojik gereksinimler vardır. İkinci katman güvenlik arayışını, üçüncü katman bir yere ait olma ve sevgi arayışını, dördüncü katman ise saygınlık arayışını temsil eder. Piramidin tepesindeki son katta ise yukarıda sözü edilen kendini gerçekleştirme bulunmaktadır.

Yitirdiğine yeniden kavuşma ve içindeki değerleri keşfetme fikri, Batı dünyasına yepyeni bir insan portresi sundu. Gerek Hıristiyanlık’taki “ilk günah” dogması, gerekse psikanalizin kaotik/kötü insan algısı, böyle gizli bir potansiyelin varlığını tamamen göz ardı etmişti. İnsana ilişkin bu yeni bakış açısı, bir “paradigma” değeri taşıyor, yeniçağ hareketleri ile yeni bir psikolojinin temelini oluşturuyordu.

Bütün bu çıkarımlar, iki tür psikolojinin meydana gelmesine yol açtı. Biri, insanın yetersizlik duygusu yaratan yönleri ile uğraşan yetersizlik (deficiency) psikoloji, diğeri insanın ve varoluşun yüce ve ulvi yönlerini araştıran varoluş psikolojisiydi. Burada fark edilen şey; sanki karşı konulmaz bir akıntının, insanı gerçeğe, iyiliğe, güzelliğe, bütünselliğe, ikilikleri aşmaya, canlılığa, yaratıcılığa, doğruluğa, düzene, sadeliğe, gönül güzelliğine ve karşılıksız sevgiye doğru (Bert Hellinger buna “ruhsal sevgi” diyor) çektiğiydi. Maslow, “İnsanoğlunun gün ışığına, minerallere, sevgiye ihtiyacı olduğu kadar bir değerler bütününe, hayat felsefesine de ihtiyacı var” demişti.

Maslow’un katkılarıyla davranışçı, psikanalitik, hümanistik psikoloji ekollerinin yanı sıra psikoloji biliminin yeni kuvveti olan Bert Hellinger’in kurup geliştirdiği “sistemik-fenomenolojik psikoloji/psikoterapi” meydana çıkmış oldu. Maslow’un çalışmaları, kendinden sonra gelen Rogers, Wilber, Grof gibi psikiyatrislere yeni alanlarla temas imkanı sağladı. İnsan denen gizemli varlığın derinliklerine doğru yapılan bayrak yarışı böylece devam etti.

Bert Hellinger de bu yolda hayata hizmet anlayışı doğrultusunda, psikoloji ve insanlığı yaşamımızın bütününü kapsayan “Ruhun Aklı ve Derin Hareketleri” ile tanıştırdı ve bu hareketlerin yaşamımıza etkilerini çarpıcı bir şekilde gösterdi.

Hellinger, yaşama ait sorunlar ve hastalıkların kaynağının sıkça geçmiş kuşaklardaki unutulan, yok sayılan, aileden dışlanan kişilerde ve buna bağlı oluşan ağır kaderlerle bağlantılı olduğunu söyledi. Ruhsal sorunların da genetik olarak kuşaktan kuşağa aktarıldığını, genlerle sadece fiziksel özelliklerin değil, mutsuzluk, bağımlılıklar ve travmaların da nesilden nesile taşındığını ispatladı. Geçmişte yaşananlar yaşanmış bitmiş olsa da, biz bilincinde olmadan ailenin kolektif vicdanı gereği travmatik etkilerinin şu anda yaşadıklarımızda son derece belirleyici rol oynadığını bizlere gösterdi. Bununla da kalmayıp, çocuklarımızın da bu mirası bizim adımıza, sevgiye dayalı kör bir “çocuk ruhu” ile taşıyıp üstlenebildiklerini açığa çıkardı.

Bu yöntem, gücünü ve güvenini, ruhun unutulan ve unutturulmak istenen yasalarından alır. Temel insani sorunların kökten çözümü, ruhumuzun derinliklerinde mevcuttur. Bu derinlikle bağlantı bir kez kurulduğunda, kuşaklar boyu süren kilitlenmeler tüm yaşamla barış içinde, doğalca çözülmektedir. Kişi, bilinçsizce üstlendiği rol ve duygulardan özgürleşebilir; egonun ötesindeki asıl gücüne kavuşur. Gerçek anlamda kendisi olarak kendi yoluna gidebilir.

Farklı kaynaklardan yararlanarak oluşturduğum bu makaledeki görüşler, özellikle sistem dizimlerini psikoterapide kullanan birçok meslektaşımın, geçirmiş olduğumuz ortak süreçler sonrası geldiğimiz noktayı sergilemektedir.

Kısaca özetlemek gerekirse, tüm bu “bütünsellikçi yaklaşımların, “modern psikoloji” dünyasının cüzi-rasyonel akla dayalı dengelerini alt üst ettiğini söyleyebiliriz.

Mehmet Zararsızoğlu, İstanbul 2008-2009

http://www.hellingerturkiye.com/

Bu haber toplam 13436 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.