1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Psikoterapist Nevin Eracar İle Röportaj

Psikoterapist Nevin Eracar İle Röportaj

Haber Türk sitesinden Özgür UĞUR, Psikoterapist Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar ile Türkiye gündeminin psikolojik yansımalarını konuştu. Önemli tespitlerin yer aldığı röportajın ayrıntıları şöyle:

A+A-

Haber Türk sitesinden Özgür UĞUR, Psikoterapist Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar ile Türkiye gündeminin psikolojik yansımalarını konuştu. Önemli tespitlerin yer aldığı röportajın ayrıntıları şöyle:


Özgür UĞUR / HABERTURK.COM


Türkiye’de son 4-5 yıldır gündem üst siyaset perdesinden çok kritik tartışma ve polemiklerle geçiyor. Gün geçmiyor ki toplumsal infial nedeni olabilecek yeni bir belge, bilgi, doküman, iddia gazete sayfalarında ve televizyonlarda kendine yer bulmasın. Toplumun bütün kesimlerinde şok etkisi yaratan baskınlar, operasyonlar ve tutuklamalara bir de global ekonomik kriz eklenince medyadaki birçok otorite kalem aynı fikirde birleşti: Toplumun ruh sağlığı bozuldu!.. Aslında artan şiddet olayları, sokak gösterilerinde ortaya çıkan manzaralar, toplu linç girişimleri, çocuk kaçırmalar, taciz-tecavüz gibi iç karartan gelişmeler de bu tezi doğrular nitelikte. Öte yandan bazı uzmanlar ise dünyanın ve Türkiye’nin köklü bir değişimden geçtiğini ve böyle dönemlerde bu tür çalkantıların olağan olduğunu, sürecin sancılı geçmesinin yadsınmaması gerektiğini öne sürüyor. Kimilerine göre ise sağlıksız yetişen nesillerin topluma hakim hale gelmeye başlaması tetikledi bazı olayları ve durum ileriki dönemde daha vahim görünüyor. Tartışmalar ve farklı farklı değerlendirmeler bir süre daha devam edeceğe benziyor. Biz de konuyu ‘insan psikolojisi’nin derinliklerini çok iyi bilen, Türkiye’nin en ünlü psikoterapistlerinden biri olan Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar’a soralım dedik ve İstanbul Sıraselviler’deki ofisinin yolunu tuttuk. Nevin Eracar, zihinlerde yer edinen asık suratlı, bilinmezliklerle dolu terapist imgesinden çok uzak bir üslupla ve gülen gözlerle kapıda karşıladı bizi. Konuyu daha önce telefonda konuştuğumuz için bu karşılamayı görünce çok da karamsar değerlendirmelerde bulunmayacağı umuduyla başladık konuşmaya…

ÖFKE RİTİME DÖNÜŞÜYOR

Ö.U: Öncelikle yaptığınız çalışmalardan konuşalım. Sanatla terapi yapıyorsunuz.. Bu Türkiye'de pek duyulmayan, insanların alışık olmadığı bir yöntem. Sanatla terapi nedir? Türkiye'ye ne zaman geldi ve yaygın olarak kullanılan bir yöntem mi?
 
N.E: Sanatla terapi tanım olarak söyleyecek olursak ruh sağlığını geri kazanmada yani ruhsal tedavide veya ruhsal gelişime, psikososyal gelişime katkı sağlamak amaçlı yapılan bir tür uygulamalı psikoloji hizmetidir. Sözlü materyallerin kullanıldığı psikoterapi türleri, çeşitli  metotlar, çeşitli ekoller var. Psikanaliz, Gestalt, Psikodrama var. Psikodramada biraz daha sahnesel etkileşim ve eylemsel teknikler kullanılıyor. Sanatla terapide de kişinin iç dünyasındaki ruhsal malzemenin sanat yoluyla dışavurumu ve o malzemenin danışanla birlikte ele alınıp  yorumlanması var. O malzemenin o kişinin gelişiminde oynadığı rolü kendisinin tanıması, kendini tanıması kendini aşması... Problemlerin üstesinden gelmek için kullanılan bir metod. Kolaylaştırıcı, hızlandırıcı bir yanı var.
 
Ö.U: Sanatla terapinin ne gibi avantajları var? Mesela kişi, karşılıklı oturup konuşurken ifade edemediği hislerini bir darbukaya vurduğunda ve o çağrışım yaptığında daha mı kolay ve korkusuz ifade ediyor?
 
N.E: Evet öyle de denebilir. Somutlaştırıcı bir etkisi var. Sözlerin her kişide kendine özgü imgesel kodlanmaları var. Örneğin ‘elma’ kelimesini kullandığımızda sizin aklınıza nasıl bir elma geliyor?
 
Ö.U: Kırmızı elma geliyor.
 
N.E: Ben diyelim ki yeşil bir elma düşünmüşüm veya arkadaşım dilimlenmiş bir elma olarak o imgeyi kodlamış. Birbirimizi de tam olarak anlamamız için uzun uzun anlatmamız gerekir. Nasıl bir elma? diye. Fakat resim yoluyla veya hareket yoluyla, sesler yoluyla yani sanatsal simgeler yoluyla ifade edildiği zaman iç dünyadaki yaşantıların anlaşılması, dışa vurulması çok daha hızlı oluyor ve ifade edilen şeyler de kristalize oluyor. Yani içinizden çıkmış ve artık sizin de görüp kontrol edebildiğiniz bir şey haline geliyor. Ve onun yükünden kurtulmak hafiflemek daha da kolay hale geliyor. Başka bir örnek verelim. Siz darbukaya vurmak, ritm  dediniz. ‘Son bir hafta içinde sizi en sinirlendiren olay neydi bir geriye dönüp hatırlar mısınız?’ diye bir soru soralım. ‘Bunu hatırlayın ve düşünün. O olaydaki öfkenizin dozunu hatırlayın ve şimdi bunu elinizdeki darbukayla ya da davulla ya da herhangi bir perküsyon aletiyle  bir ritme dönüştürün’ dediğim zaman birkaç işlem oluyor danışanın zihninde. Önce düşünüyorsunuz ‘ne beni bu hafta çok sinirlendirdi?’ Diyelim ki trafikteki bir adamın haksız bir hareketi. Hiçbir şey yapamadınız ve yürüdünüz gittiniz ama haksızlık olduğunu düşündünüz, içinizde kaldı. Ve o öfkeyi biz bu yolla tekrar şu anda geri çağırıyoruz. Öfke orada olduğu gibi duruyor bir şey yapamamışsınız çünkü.
 
Ö.U: Geliyor mu peki o öfke aynı şekilde?
 
N.E: Tabii geliyor. Sizin gelmedi mi mesela bir hafta içinde yaşadığınız ve çok sinirlendiğiniz bir olay?
 
Ö.U: Evet. Geldi
 
N.E: ‘Onu nasıl bir ritme dönüştürebilirim’ diye düşünmeye başlıyorsunuz. Yani onu simgeleştirmek için bir uğraş veriyorsunuz. Sanat da böyle bir şey. Öyle bir ritimle vuruyorsunuz ki; o ritmi arayıp bulurken içinizdeki öfkeyle biraz daha yüzleşiyorsunuz. Ve o ritim çıkıyor ortaya
 
Ö.U: Rock müzik yapanların asi ruhlu olması gibi mi? Onlar da öfkelerini müziklerine mi yansıtıyorlar?
 
N.E: Evet. Zaten sanatın doğuşu da böyle. Yani acı yoksa, öfke yoksa, itiraz yoksa, isyan yoksa, tepki yoksa; sanat da yok. Sanatın doğuşuna bakarak psikoterapideki işlevi hakkında fikir edinebiliriz. Sanat içe atılmış ve doyum bulamamış arzuların ve ihtiyaçların bir dışa vurumudur.

‘Babam da bana bağırdığında ben hiç sesimi çıkaramazdım’

Ö.U: Peki kızgınlığı herkes farklı mı dışa vuruyor, yoksa aynı şekilde mi? Örneğin kızgınlık anımda ben darbukaya hızlı vururum…
 
N.E: Tabii ki herkeste dışa vurma şekli farklı oluyor. Bizim burada herhangi bir öfkeyle değil, sizin öfkenizle çalışmamız lazım.Başka bir kişide farklı vuruyorsa onun ne demeye geldiğini  onunla konuşmamız lazım. 
 
Ö.U: Darbukaya yavaş yavaş ve yumuşak vuruyor diyelim. Bunun anlamı nedir?
 
N.E: O zaman belki diyoruz ki; ‘Peki hayatta başka böyle ifade edemediğin öfkeler olabilir mi acaba?’ Böylece geçmiş anılarına doğru bir çağrışım yolu açılıyor ve örneğin diyor ki; ‘Babam da bana bağırdığında ben hiç sesimi çıkaramazdım’

TERAPİ OLAYI ABARTILIYOR. ASLINDA HERKES KENDİ KENDİSİNİN TERAPİSTİ OLABİLİR!
 
Ö.U: Terapideki bu yöntem ülkemizde yaygın olarak kullanılıyor mu?
 
N.E: Hiçbir ülkede sanatla terapi çok yaygın değil. Zaten psikoterapi yaygın bir şey değil. Birtakım söylemler var; ‘Amerika'da herkesin bir terapisti varmış’ diye. Bunu biraz da Amerika'nın pazarlamacı teknikleri psikoterapi alanında da kullanmasına bağlayabiliriz. Nasıl mesela bir domuz gribi çıkıyor. Herkes akın akın ilaçlar almaya gidiyor, devlet bunu destekliyor, buradan para kazanılıyor. Psikoterapi alanında da böyle eğilimler var. Yani psikoterapi aslında yaygın bir şey değil. Aslında ihtiyaç olarak da çok hayati değil bana göre. Çünkü insanlar psikolojik problemlerine dair çözümlerini yaşamın içinde de kendi kendilerine bulabiliyorlar. Bulamadıkları kısımları için psikoterapiye ihtiyaçları var. Bu da öyle herkesin terapiste gitmesini gerekli kılan bir durum değil.
 
Ö.U: Çok açık sözlü ve cesur bir şey söylediniz bir terapist olarak.
 
N. E: Evet öyle. Siz kendinize bakın, ben de kendime bakıyorum. Aklıma gelen her sorun için gidip birine danışmam, birine anlatmam gerekmiyor. Çünkü beni ben yapan birtakım mücadele güçleri de var içimde. Öyleyse ben birçok sorunu da kendi güçlerimle, metotlarımla aşarım, yenerim veya geçerim.. Ama öyle bir noktaya gelirim ki; artık yaşam enerjim düşer, bazı şeylerde kendimi donanımsız, eksik, yetersiz hissederim.Bazı düşünceler sürekli zihnime akın etmeye başlar. Benim dikkatimi şimdi ve burada yaşadığım şeylerden alıp sürekli kendine doğru çekmeye çalışan anılarım hücum eder zihnime. O zaman benim psikoterapiye ihtiyacım var demektir ve o zaman terapiste başvurulur. Yani yaygınlık meselesi belki gereğinden çok abartılmamalı diye düşünüyorum.

TRAVMALARA AÇIK BİR TOPLUMUZ

Ö.U: Siz burada, ofisinizde sanatla terapi eğitimi de veriyorsunuz. Bundan biraz bahseder misiniz?

N.E: Neden düşündük bunu? Türkiye travmalara çok açık bir ülke. Akraba evlilikleri, iç göç, depremler ve doğa felaketlerine karşı alınan önlemlerin yetersizliği, büyükşehirlerin çok büyük şehir olması travmaları tetikliyor. Birazcık yağmur yağsa varoşlarda evleri sular basıyor. Veya deprem olduğunda yıkım fazla oluyor. Yani Türkiye’de çalışan ruh sağlığı personelinin çok donanımlı olması ve travmaya karşı insanları hem koruması hem de tedavi etmesi gerekiyor. Biz burada bu vasıflarda terapistler yetiştirmeyi hedefliyoruz.

Ö.U: Neden travmalara açık bir toplumuz?

N.E: Biraz tarihimiz ve coğrafyamız bizi bu hale getirdi. İsviçre'de bunlar konuşulmaz. Çünkü İsviçre'nin topraklarına kimse göz dikmez. Ama Türkiye tarih boyunca istilalara uğramış, göç almış bir toprak. Anadolu tarihine bakarsanız 100 yılda bir yönetimler değişmiş, krallıklar yıkılmış.

GÜVENSİZLİK ARTIYOR

Ö.U: Ülkemizde son dönemde yine İsviçre’de pek gündeme gelmeyen ve gelmeyecek olan olaylar yaşanıyor. Çok hareketli bir gündem var. Başka ülkelerde yaşansa infiale neden olabilecek olaylar yaşanıyor. Fakat halkta sanki bir alışmışlık duygusu var. Bu sessizliği neye bağlıyorsunuz? İnsanlardaki bu sessizliğin nedeni duyarsızlık mı?

N.E: Ben aslında bu soruya kısa bir soruyla bir yaklaşım getirebilirim. Bu olaylar  acaba eskiden de olmuyor muydu? Ya da bize şimdi mi duyuruluyor? Bize bunların duyurulmasında kimin faydası var? Bütün bu belirsizlikler de toplumun kendini yönetenlere karşı güvensizliğini arttırıyor. Toplumu yöneten bütün kurumlar şu anda yıpranıyor. Ve bu çok ciddi bir şey.

KORKAN İNSANLAR OLDUK
 
Ö.U: Türkiye'de bir korku toplumu mu oluştu?
 
N.E: Biraz önce söylediğim güven sarsılması durumu bununla paralel. Kitlenin güvenini sarsmak korku toplumu yaratıyor. Ve korkak insanları yönetmek her zaman daha kolaydır. E tabii addi imkansızlıklar da etkili. Eve ekmek götürme kaygısı ve ekmeğini kaybetme kavgası var. Bu da insanların psikolojilerini olumsuz yönde etkiliyor.
 
Ö.U: Son dönemde yaşanan linç girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Korku toplumu yaratan etkenler mi bu olayları tetikliyor? İnsanlar 'öteki'ne karşı tahammülsüzleşti mi?
 
N.E: Korku ve öfke birbirini tetikleyen şeylerdir. Korkan canlı saldırır. İnsanları harekete geçiren şey ya ihtiyaçtır, yönelimdir ya da kaçınmadır. Korkunun altında bütün canlılarda varoluş kaygısı vardır. Kendini tehdit altında hisseden canlı saldırır. Toplumda bir varoluş kaygısı var. Bütün yaşanan olaylar bunu tetikliyor. Bu kadar güvensizlik, bunu yaratıyor.

MEDYA ŞİDDETİ KÖRÜKLÜYOR
 
Ö.U: Son dönemde ülkede adli olaylar da arttı. Tecavüz, taciz, şiddet, vahşi cinayetler... 15 yaşındaki bir çocuk 5 yaşındaki bir çocuğu neden öldürür?
 
N.E: Bunların yeni olduğunu düşünmüyorum ben. Ben bu olayları mesleğim gereği 20 yıldır görüyorum. Ama artık daha fazla bize ulaşmaya başladı. Bu çocuklar Kurtlar Vadisi ile büyüyor. Medya şiddet için örnek oluyor. Hem medya hem de video oyunları. Çocukların 0-3 yaş arasında ilkel savunma düzenekleri vardır. Bu ilkel savunma düzenekleri ilkokul çağında yerini adaptasyon sağlayıcı sağlıklı savunma düzeneklerine bırakır. Ama son yıllarda tüm dünyada ve Türkiye'de bu değişti. Bilgisayarda çok sanal bir dünyadalar çocuklar. Tıklayarak elbise giydiriyor, evcilik oynuyor. Arkadaşıyla evcilik oynamıyor. Eylem olmadan, eylemleri hayal ediyor sadece. Ve sağlıklı savunmalar geliştiremiyor. Ama ister istemez oturacak bir şeyler. Başka bir insan türüne geçiliyor bence. Bedel ödeyen bir nesil var. Bilgisayarı, bilgisayar oyunlarını reddedemeyiz yoksa.
 
Ö.U: Kurtlar Vadisi dediniz... Bu dizi özellikle çok tartışıldı. Bir televizyon dizisi bir çocuğu nasıl etkileyebilir, suç işlemeye nasıl itebilir?
 
N.E: Ayna hücreler diye bir şey var psikolojide. Seyrettiğimiz şeyleri aynen yaşamışız gibi hissedebiliyoruz. Zaten bunları sürekli seyreden kişiler artık bunları kanıksıyorlar. Ve o kanıksadıkları şeyler birer tanıdık eylem modeli haline geliyor. Kendisini kızdıran biri olduğunda orada gördüğü şeyi yapıyor. Otomatik işlemeye başlıyor. Normal ve sağlıklı insanda düşünce ile eylem arasında bir mesafe vardır. Birine çok kızarsınız, ona zarar vermek istersiniz ama üstüne yürüdüğünüzde 'Ne yapıyorum ben?' dersiniz ve durursunuz. Bilgisayar ve TV dizilerinde bu mesafe yok. Düşünülen şey anında yapılıyor. Bir muhakeme zamanı yok. Çocuk da orada gördüğü eylemi bir model olarak alıyor ve aynen uyguluyor.

AİLELER ÇOCUKLARA  SAHİP ÇIKMIYOR
 
Ö.U: Aileler nerede hata yapıyor peki?
 
N.E: Geçen yıl benim bir öğrencim benim yönettiğim bir tez hazırladı. Suçlu ergenlerde aile ilişkisini araştırdı. Biz suçlu ergenlerde aile ilişkisinin zayıf olduğunu, sevgi yetersizliği olduğunu düşünmüştük. Ama öyle çıkmadı. Aileleriyle çocukların arası çok iyiydi. Ama İstanbul'a göç etmiş, maddi olarak son derece zor şartlarda ailelerdi. Bu aileler buraya geldiklerinde karınlarını bile doyuramıyor. Bu ailelerin çocukları eve ekmek getirmeye başlıyor. Para kazanmaya başlıyor. Aile büyük şehirde nelerin döndüğünü bilmediği için çocuk gerçekten bir suç işleyene kadar onun karışık işlere girdiğinin farkına varmıyor.
 
Ö.U: Göçle gelen ailelerden bahsettiniz? Sadece maddi kaygılar mı çocukları suça itiyor? Boşluğa düşmesi, aidiyet duygusunu kaybetmesi de suça eğimli hale getirebilir mi?
 
N.E:
Bunların hepsi tabii ki birlikte etkili. Tek bir nedene bağlanamaz. Bunlar sosyal olaylar. Bir neden diğerini tetikliyor. Ve bu geometrik bir hızla çoğalan, geri dönüşü imkansız toplumsal patoloji haline geliyor.

Öldürme alışkanlığı çok yaygınlaştı ve çok sıradanlaştı. İçten gelen uyarımların kontrolsüz bir şekilde eyleme dönüştüğünü ve toplumun giderek sağlıksızlaştığını gösteren gelişmelerdir
 
Ö.U: Varlıklı, eğitimli ailelerin çocuklarının suç işlediğine de tanık oluyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
N.E: Ailelerdeki karanlık işler, gayri yasal yollardan elde edilmiş varlıklar ileride hastalıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. Türkiye'de zengin olmanın ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Bu nedenle bazı zenginlikler, bazı sırlarla birlikte oluyor. Suç işleyen varlıklı çocuk da genelde o ailenin kurbanı oluyor. O çocuk bütün ailenin katılımıyla oluşuyor.

ANNE-BABALARA TAVSİYELER
 
Ö.U: Sosyal sınıf gözetmeksizin soracak olursak; anne-babalar çocuk yetiştirirken nelere dikkat etmeli?
 
N.E: En önemlisi çocuğu dinlemek gerekir. Çocuğa sormak lazım. Çünkü çocuğa ne düşündüğünü sorarsanız, çocuk düşünmek durumunda kalır. Karnede zayıf geldi. Sorun.. ‘Sen ne düşünüyorsun?’ deyin. 'Kötü' diyecektir. ‘Neden kötü?’ diye sorun. ‘Nasıl oldu?’ diye sorun. Çocuğa 'Ben ne yaptım da karne bu kadar kötü geldi?' diye düşünecek alan açmak lazım. Eve geç gele çocuklara 'erken gel' diye baskı yapacağımıza şunu merak etmeliyiz: Çocuk neden eve erken gelmek istemiyor? Belki evde onu iten bir şeyler vardır. Yani ailelerin biraz daha düşünmeye yer ve zaman açması lazım. Duygularımız hakkında düşüneceğiz, o duyguyla ne yapabileceğimizi düşüneceğiz ve ona göre harekete geçeceğiz. Çocuk yetiştirirken en önemli şey onu merak etmektir. Çocuk neden eve gelmiyor, neden uyumuyor, neden yemek yemiyor, neden yatağımıza geliyor? Tüm bunları merak etmeliyiz.

AİLELERİN EĞİTİMİNDE DEVLET NELER YAPABİLİR?
 
Ö.U: Aileler bu konularda yeterince bilinçli değil. Türkiye’de sizce aileleri çocuk yetiştirmede eğitecek kadar uzmanlaşma var mı? Mesela devlet bu konuda bir proje başlatsa bunu uygulayacak yeteri kadar ‘yetişmiş insan’ var mı?
 
N.E: Hayır yok. Kaldı ki bu işin eğitimini almış insanların bile aldıkları eğitimin tartışılması gerekir. Benim bu konudaki önerim şudur: Önce bir pilot bölge seçilir. O bölgenin şartlarına, ihtiyaçlarına uygun, risk önleyici, sağaltıcı projeler üretilir. O pilot bölgede genç meslek elemanlarına görev verilir. Bu aynı zamanda onların eğitimidir. O meslek elemanları projede görev yaparken, yaşayarak öğrenirler. Sonra bu projenin girdileri, çıktıları alınır. İnsanlarda, düşüncelerinde, eylemlerinde ne gibi fark yaratıldığı belirlenir. Daha sonra ise o pilot bölgedeki çalışmalar yaygınlaştırılarak diğer bölgelere uygulanır.

NEVİN ERACAR KİMDİR?

Yrd. Doç. Dr. Nevin Eracar; Klinik Psikolog Psikoterapist, Eğitimci, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi, Aura Psikoterapi Sanatla Tedavi ve Eğitim Merkezi Kurucu ve Yöneticisi, Otsitikler Derneği Yönetim Kurulu Başkanı

1973 yılında İ.Ü.Psikoloji Bölümünü bitirdikten sonra 1984 yılında İ.Ü. Tıp Fak. Psikiyatri A.B.D.'da Klinik Psikoloji Doktorası derecesini aldı.

MEB'e bağlı ve özel okullarda danışman, Sağlık Bakanlığı'na bağlı Taksim Hastanesi'nde Klinik Psikolog olarak çalıştı.

1992 yılından beri Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Eğitimde Psikolojik Hizmetler A.B.D.'da öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Akademik çalışmalarını ağırlıklı olarak; sağlık psikolojisi ve psikosomatik bozukluklar, otistik çocukların sanatla sağaltım ve eğitimi, otistik aile ve eğitimcileri ile terapi, süvervizyon ve eğitim çalışmaları, psikodrama tekniklerinin eğitimde kullanımı konularında yapan Eracar'ın çalışma konuları ile ilgili çok sayıda yayınlanmış bildiri ve makaleleri bulunmaktadır.

Yayınlanan kitapları:

Çocuğunuz ve Siz, Bilge Çocuk Dizisi, Bilge Yayıncılık, İstanbul 1982
Öğrenmeyi Öğrenmek, L.Antikacıoğlu ile Can Yayınları, İstanbul 1989
Bir Otistikle Yaşamak, Başbakanlık Yayını, Ankara 1995
Biraz Yer Açarmısınız. Normaller için Kitap-Otism, Beyaz Yayınları, İstanbul 1999

Bu haber toplam 16109 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.