1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Kürese kriz ruh krizinin yansıması

Kürese kriz ruh krizinin yansıması

Fatih Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Sayar "Ben günümüzdeki global krizi genel manada ruh krizinin bir yansıması olarak görüyorum" dedi.

A+A-

Osman Özdemir / Umran Dergisi


Postmodern benliğin bin bir suratlı benlik hallerinden ibadetin hayatla ilişkisine varlık anlayışından hayatın anlamına değin farklı konularda oldukça ufuk açıcı yaklaşımlar ortaya koyan bir isim Kemal Sayar. Kendisiyle global krize psikolojik açıdan baktık...

Ramazan ayına uzun ve sıcak zorlu yaz günlerinde girdik. Maalesef, toplumsal psikolojinin cinnet, cinayet haberleri ile sarsıldığı bir atmosferde… Böyle bir ortamda Ramazan’ı, bu ayın toplumun yaşadığı modern sıkıntılara ilişkin sunduğu reçeteleri konuşmak istiyoruz. Maddi olarak, kültürel ve eğitim seviyesi olarak geliştiğimizin söylendiği bir ortamda modern hayatı ve toplumsal psikoloji nasıl değerlendiriyorsunuz?

Modern medeniyet “ani tatmin”, “dürtüsellik” ve “hız” üzerine kuruludur. Bütün bunların özünde de ölümden kaçış, ölümü inkâr felsefesi yatıyor. Ölümün modern Batı uygarlığında müstekreh bir şey olarak algılandığını, adeta hayattan kovulduğunu ve insanların da onun endişesiyle, onun getirdiği bilinç haliyle yeterince yüzleşemediğini görüyoruz. Hatta ünlü bir psikanalist ve düşünür Ernest Becker “Ölümün İnkârı”1 adında bir kitap yazmıştır. Bu kitapta modern Batı düşüncesinin bütünüyle ölümün inkârı üzerine şekillendiğini söylemektedir.

Hız yapan insan durup düşünme gibi çok temel bir melekesini kaybediyor. Her şeyin süratli olduğu bir dünyada insanların içlerine dönmeleri ve içleriyle konuşma imkânları çok azalmaktadır. Hayatın bütününe baktığımız zaman mesela ibadetin başlı başına hayatı yavaşlatma eylemi olduğunu fark edebiliriz. Günlük hayatın koşturmacaları içinde ibadet için ara veren bir insan “ben bu koşturmacadan sıyrılıyorum ve aslî varoluşuma dönüyorum” diyen bir insandır. Bana göre Ramazan ayı da yavaşlama ayıdır. Ramazan iç muhasebenin yoğunlaştığı ve kişinin içiyle daha çok konuştuğu bir aydır. Tabii ki içiyle konuşmak da müteal/ aşkın olanla da konuşmaya açık olmak demektir.

Modern kapitalist kültürde günlük hayat hızlanma ve dürtülerin ani tatmin edilmesi üzerine kuruludur. İnsanlar bir şeyi istedikleri zaman ona çabucak sahip olmak istiyorlar. Bunun için beklemeyi göze almıyorlar. Modern kültürde sabır lügatlerden çıkarılmış bir kelimedir. Evliliklerin büyük bir hızla bozulduklarına tanık oluyoruz. Bugün dünya çapında genel istatistiklere baktığımızda iki evlilikten birinin boşanmayla sonuçlandığını bize gösteriyor. Diğer taraftan modern hayatta bütün maddi refah göstergelerine rağmen insanların daha çok mutsuz olduklarına, depresyon ve intihar oranlarının arttığına tanık oluyoruz. Burada çok temel bir sorun var. İnsanların aslî olana yani parayla değiş tokuş edilemeyen bir takım değerlere sırtlarını çevirmeleri beraberinde yabancılaşmayı getiriyor. Eğer insanın insana ayıracak bir vakti yoksa insan daha fazla mutlu olamıyor. Çünkü bugün sosyal ilişkilerin olmadığı, insanların birbirine yabancılaştığı bir dünyada insan kendisini tam manada ifade etmiş ve kendisini tam manada gerçekleştirmiş de hissedemiyor.

O yüzden insanların “acaba başka nasıl olabilir” sorusu her zamankinden daha fazla canlılık kazanıyor. Bence insanlar bu mutsuzluğu nasıl bertaraf edebileceklerini araştırıyorlar. O yüzden Batı dünyasında bir takım akımlar olduğunu görüyoruz. Örneğin “yavaş şehirler akımı”, “yavaş gıda akımı”. Bütün bunlarda insanların birbirine daha çok zaman ayırarak mesela bir sofraya, o sofra etrafında gerçekleşen sohbete daha fazla zaman ayırdıklarını görüyoruz. Mesela yemek yemenin tıkınmanın yerini alması veya yürümenin motorlu ulaşımın yerini alması konuşuluyor. İnsanlar böyle bir arayış hissediyorlar. Bence geldiğimiz noktada giderek çaresizlik duygusu kırılıyor ve insanlar bir çözüm arayışına yöneliyorlar.

Modern dünyanın ciddi sorunları var. Ekonomik kriz bunlardan birisi. Ekonomik kriz, sanal ticari ilişkilerin şişirdiği balonun patlaması neticesinde gelişmişti. Burada krizin ekonomi dışında sosyal ve kültürel açılımlarını da mümkün görüyor musunuz? Sanallık kültürel, sosyal ilişkilerimize yansıyıp, tetikleyecek boyuta gelebilir mi? Yani bir gün kalktığımızda domuz gribi gibi sosyal bir virüsle karşılaşma ihtimalimiz nedir sizce?

Sanallık sadece finans piyasalarında değil, insan ilişkilerinde de kendisini göstermeye başladı. Zamanımızın “geç modernlik” olarak isimlendirilen şu döneminde insan ilişkileri “kullan-at” modeline göre şekilleniyor. Bir yazar buna “samimiyetin ölümü” diyor. Özellikle Batı dünyasında insanın insana sıcaklığının giderek kaybolduğunu, her şeyin pazar ekonomisi bağlamında şekillendiğini görüyoruz. Erich Fromm buna 1940’lı yıllarda çok güzel eleştiriler getirmişti. Onun önemli eserlerinden bir tanesi “Sahip Olmak ya da Olmak” tır. İnsanlar sahip olmayı mı tercih edecekler yoksa içsel olarak olgunlaşmayı ve olmayı mı tercih edecekler? Erich Fromm bu meyanda ciddi bir kapitalizm eleştirisi getirmişti. Bugün insanların kişiliklerini biçimlendiren şeyin modern kapitalizm olduğunu görüyorsunuz. İnsanlar içsel, ruhsal ve manevi ihtiyaçlarını göz ardı ederek adeta tüketici kimliği içinde yaralarına pansuman yapıyorlar. Daha fazla tüketerek daha fazla var olduklarını zannediyorlar. O yüzden bakıyorsunuz modern çağ yarışma üzerine kurulu. Herkes daha fazlasına sahip olmak gibi bir yarış içerisinde. Fakat sahip olmak insanın içindeki sızıyı dindirmiyor. Tam aksine o sızıyı biraz daha büyütüyor. Sanal piyasalarda oynamak, türev piyasalardan mal olmak –mesela bir kişi 2050 yılındaki petrol fiyatları üzerinden alım yapıyor- günümüzün global ekonomik krizinde büyük rol oynadığı düşünülüyor. Bu insanın durdurulamaz tamahkârlığının bir yansımasıdır aslında. Yani “sahip olduğum yeter” diyemeyen, daha fazlasını isteyen, geleceği de satın almak isteyen azgın bir ruh halinin yansımasıdır. Dolayısıyla insan tamahkârlığı öyle bir noktaya geldi ki artık sürdürülebilir olma imkânı kalmadı ve bir duvara tosladı.

Buradan hepimizin çıkarması gereken dersler var. Fakat sanallığın sosyal hayata yansıyan boyutları beni daha fazla ürkütüyor. İnsanların gerçek kimlikler / kişilikler olarak yaşamamaları, rol yapmaları, ilişkilerin sadakatten, adanmışlıktan muaf oluşu; örneğin arkadaşlık ilişkilerinde fedakârlık, diğerkâmlık yok. İnsanın bir arkadaşı için çok büyük fedakârlıklara katlanabileceği düşüncesi kalktı. Bu durumlarda insan ilişkileri sığlaşıyor, insan insana yabancılaşıyor. Ve insanlar bütün o maddi refah göstergelerinin ortasında daha mutsuz, daha yalnız, daha yabancılaşmış bireyler olarak kalıveriyor. Ben günümüzdeki global krizi genel manada ruhun krizinin bir yansıması olarak görüyorum. Modern Batı medeniyetiyle beraber ruhun krizinin ayyuka çıktığını ve onun belirtilerinden bir tanesinin de global ekonomik çöküş olduğunu düşünüyorum.

Bugün maalesef küreselleşme marifetiyle bütün dünya üzerinde insanların arzularını şekillendiren medeniyet modern Batı medeniyeti olarak görünüyor. Bu konuda elbette hepimiz gerekli eleştirileri yapacağız. Kendi anlam dairemizden de çözüm önerileri üreteceğiz. Çünkü sadece eleştirmek yetmez. Bunun karşısında ne yapabiliriz, onu da söylememiz lazım. Ünlü muhalif, anti-Sovyet Rus yazar Aleksandr Soljenitsin yıllar önce bir dergide çok önemli bir manifesto yayınlamıştı. Manifestosunun başlığı Tanrıyı Politikaya Geri Getirin2 idi. Şunu söylüyor Soljenitsin, “Bizler ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek ancak daha kâmil insanlar olabiliriz.” Aslında Soljenitsin burada bizim topraklarımızı yüz yıllardır mayalayan düşünceyi söylüyor. Kanaatkârlığı öne çıkarıyor. Sanal ilişkilerden, sanal piyasalardan özetle her şeyin sanalından kaçarak bizim gerçek insanlara, gerçek acılara ve gerçek ilişkilere ihtiyacımız var. Fransız düşünür Jean Baudrillard “gerçeğin çölüne hoş geldiniz” der. Biz şu anda tam tersine sanallığın çölünde yaşıyoruz. Oradan ne kadar kaçıp, gerçek insanlar olabilirsek ruhun krizinden de kaçacağız diye düşünüyorum.

Ekonomik kriz, ruhî krizi örten bir perde durumunda olduğunu ifade ediyorsunuz tekrar medyaya yansıyan cinnet, cinayet haberlerine dönecek olursak: Bu haberlere ilişkin örneğin cinayetin ne kadar sofistike işlendiği konuşulmakta, bir hayretle ve sanki özendirmeyle sunulmakta haberler. Elbette medyanın toplumun gerçekliğini yansıttığını söyleyemeyiz ama siz tabloyu nasıl okuyorsunuz? Toplum hakikaten cinnet toplumu haline mi geldi?

Toplum bütünüyle cinnet geçiriyor ve her şeyin çivisi çıkmış gibi bir hava medya tarafından yaratılıyor. Bu meydanın çok sevdiği bir söylemdir. Zira felaket söylemi her zaman insanın ilgisini uyandırır. Reytingi arttırır. Bu yüzden panik haberciliğini medya her zaman tercih etmektedir. Bence bundan bağımsız konuşmak lazım. Fakat medyanın dilinde vahşeti sunarken çok ikircikli/riyakâr bir ahlak var. Mesela bir cinsî sapkınlık içerisinde bulunan bir kişinin 70 yaşında bulunan bir kadına yönelttiği cinsel saldırganlık bir gazetemizde “komik” ifadelerle yer bulabiliyor. “Odayı şaşırdı 70’lik kadına tecavüz etti” şeklinde sanki gülünecek bir olay varmış gibi sunulabiliyor. Haberi okuyan insanlar komik bir şey varmış gibi algılayabiliyorlar. İnsanların büyük acıları üzerinden gülmenin utanç olarak algılanması lazım.

Örneğin biliyorsunuz yakın zamanda çok acı bir olay yaşandı. Etiler’de Münevver adlı bir genç kızımız son derece vahşi bir şekilde katledildi. Ama ne gariptir ki bu katilin adeta pop ikonu gibi sunulduğuna şahit olduk. Öyle ki bu kişi için facebook’ta hayran sayfaları bile düzenlenmeye başladı. Bir anlamda televizyon dizileri bunu zaten yapıyorlar. Şiddeti, insan öldürmeyi estetize ederek adeta ekmek yiyorlar. Başta görsel basın ve daha sonra yazılı basının insanın insana uyguladığı vahşeti görülebilir, gösterilebilir estetik bir unsur olarak sunmasıyla şiddet çoğalmaktadır.

Bizim toplumumuzda ne oluyor? Küreselleşmenin getirdiği ruh inkırazı 10-20 sene rötarlı olarak yaşanıyor. Türk toplumunda görülen, izlerini gördüğümüz vahşet dalgalanmalarını insanî eğilimin bir parçası olarak okuyabileceğimiz kanaatindeyim. O insanî eğilim de insanların giderek ıssızlaşması, narsisleşmesi, herkesin kendi benliğini öne çıkarması, hiç kimsenin başkasına hizmet etmek için, güzellik sunmak için yaşamaya yanaşmaması, bencilliğin ve bireyciliğin had safhada tırmanması olarak söyleyebiliriz. Bireycilik ve bencillik tırmanınca insanlar bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın felsefesine dayanıyorlar. Yahut kendileri için iyi olan bir şeyin kamu için kötü olsa bile önce kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Ve kamusal iyilik kayıplara karışıyor. Modern çağın en önemli alametlerinden bir tanesi büyük anlatıların da sona ermesiyle kamusal iyi peşinde koşanların sayısının çok azalmasıdır. Yani geç modernliğin -insan psikolojisi bağlamında- en temel belirtilerinden bir tanesi insanların fazlasıyla bireyci, çıkarcı ve maddiyata dayalı bir hayat sürmeleridir.

Bu önceden kötü bir şeydi, ancak şimdi iyi ile kötünün, hak ile batılın, doğru ile yanlışın birbirine karıştığı bir dönemi yaşıyoruz. İnsanların hayata bakışları da bu yönde değişti, mesela insanlarla konuşamıyorsunuz çünkü hangi zeminde bir benlik inşa ettiklerini de kestiremiyorsunuz.

Evet, mesela postmodern benliğin çok akışkan, her kıvama girebilen, her şekli alabilen, çok ve sığlı benlik olduğu söylenir. Yani bin bir suratlı benlikler. İnsanlar değişik ortamlarda değişik maskeleri takınırlar. O maskelerle var olurlar. Ama istikrarlı, tutarlı bir benlik sahibi olmazlar. Çıkarları neyi icap ettiriyorsa o olurlar. Bu insan olmanın özünü zedeleyen, sakatlayan bir durumdur. İnsan olmanın özünde çok temel bazı duygulara sahip çıkmak vardır. İnsan olmanın özünde sevmek, vermek, inanmak, paylaşmak, konuşabilmek, bir başkasının derdine ortak olabilmek yani insanı tanımlayan birçok haslet vardır. Bu kadar çıkarcı ve sığ bir benliğe sahip olduğunuz zaman bu temel meziyetler zarar görüyor. Lewis Mumford'un yarım asır önce söylediği gibi “geçmişte Hıristiyanlığın günah olarak getirdiği ne varsa bu gün erdem olarak alkışlanıyor.” Mesela tamahkârlığın adı bugün girişimcilik oldu. Dolayısıyla geçmişte ayıp kabul edilen bugün meziyet olarak kabul ediliyor. Narsisizm, kibir mesela. Bugün kibir özgüven oldu. İnsanların sahip oldukları hastalıklı ruhlar günümüzün modern kapitalist kültür tarafından adeta besleniyor ve büyütülüyor. İnsanlara şu söyleniyor: Kendine çok güvenmelisin. Hatta kendine herkesten daha fazla güvenmelisin. Başka insanlara itimat etmemelisin. Komşundan korkmalısın. İnsanlardan emin olmamalısın. Bize kadim kültürlerin, bütün semavî dinlerin işaret ettiği güveni, tevazuu, alçak gönüllülüğü reddeden yeni bir söylem oluşuyor. Ancak böyle olursa hayatta kalabilirsin diyen sosyal Darwinist paradigma günümüzde şöyle bir kural koyuyor: “Güçlü olan zayıfı yer, hızlı olan yavaşı yer, zalim olan mazlumu yer!” Dolayısıyla sen de ayakta kalmak istiyorsan, sen de vahşileş, sen de bu kervana katıl! Bizlerin vandallaşma temayülüne karşı koymamız lazım. Bireyciliğin, narsiszmanın bayrak gibi burçlarda dalgalandığı bir çağda tam aksine diğerkâmlığı, iyiliği ve karşılıksız vermeyi ön plana çıkarmamız lazım. Bizim medeniyetimizi oluşturan temel değerleri çok koyu çizgilerle yeniden vurgulamamız lazım. Ki biz de “kendimiz” olabilelim. Dünyaya bir şey söyleyebilelim.

Ramazan ayının yavaşlama ayı olduğunu söylediniz. Toplum ve birey açısından bunun sağladığı imkânları görmek için bunu biraz derinleştirebilir misiniz? Tam olarak neler sunuluyor?

Ramazan her şeyden evvel maddi yokluğu tecrübe ettiği bir aydır. Düşünün, sizin bütün maddi varlığınız var. Hatta dünyada büyük bir saltanatınız var. Ama aç kalıyorsunuz. Sokaktaki en yoksul bir adam nasıl aç kalıyorsa siz de o şekilde aç kalıyorsunuz. Kimseye torpil yok. Bu ibadette şu kadar para yardımı yapanlar daha erken iftar edebilirler gibi bir torpil yok. Dolayısıyla yoksul ve muhtaç insanlarla empati yapabilmek için çok büyük bir fırsat. Tecrübe eden insan empati olur. Siz istediğiniz kadar vaazlarda bulunun, istediğiniz kadar güzel sözler söyleyin açlığı, yokluğu bir insana yaşatmazsanız bu insanın o insanları anlaması imkânsızdır. Hiç mümkün değildir. Ancak tecrübî yakınlıklar bizi empati yapma konusunda daha yüreklendirir ve iyi bir noktaya getirir. Ulvî bir gaye için aç kalabilen bir insanın başka insanları anlamak yönünde çok ciddi bir evrim geçirebileceğini düşünüyorum.

İkincisi, Ramazan bize sadece bedensel yokluğu tattırmıyor. İşin ruhuna uygun olan, aynı zamanda yoksul insanlarla aynı sofraları paylaşabilmektir. Onlarla hemhâl ve hemdem olabilmek.. Bunu da yaparsak Ramazanın ruhuna çok uygun davranmış oluruz. Bu da sosyal olarak çok kaynaştırıcı bir şeydir. İnsanların birbiriyle buluşmasını, birbirini görmesini, kardeşleşmesini getirin bir şeydir. Bizim uygarlığımızda zengin ve fakir arasında büyük setler olmadığını düşünüyorum. Modern kapitalist medeniyetin zengin ve fakir arasında yarattığı büyük uçurumların İslâm medeniyeti zaviyesinden baktığımızda geçerli olmaması gerektiğini düşünüyorum.

Bugün bu setlerin bizim dünyamızda da açıldığını söyleyebilir miyiz?

Maalesef açılıyor. Çünkü kapitalizm de dindar insanların hayatlarının içine giriyor. Günümüz şartlarında çok enteresan bir dönüşüm gerçekleşiyor. Kapitalizm bütün toplum kesimlerine sokulduğu gibi dindarca yaşamak isteyen insanların hayatlarına da sokularak onların benliğini de “pazar benliği”ne dönüştürüyor. İnançlı bir benlik değil, pazar benliği. Bu noktada bir problem var ve mutlaka tartışılması gerekmekte. Fakat Ramazan ayında daha yoğun olmakla beraber genel manada zengin ve fakir aynı sofrada buluşup, aynı çorbaya kaşık sallayıp, aynı ortamlarda bulunabilmeli diye düşünüyorum. Eğer biz bunu yapamıyorsak bizim inancımızla ve insanlığımızla ilgili çok ciddi bir problem olmalı diye düşünüyorum. Eğer ben bütün hayatımı yoksul insanlara değmeden, onlarla en ufak bir sızı hissetmeden yaşıyorsam, onların benim üzerime yüklediği bir sorumluluk yoksa o zaman benim inancımla ilgili bazı şeyleri sorgulamam gerekir. Ramazan bizleri buluşturabildiği için de çok büyük bir şölendir /şehrayindir. Ayrıca Ramazan’da kolektif bir ruhun yeniden canlandığını düşünüyorum. Çok enteresan insanlar aynı sofrada buluşabilirler. Bir lokantaya gidersiniz. İftar vaktinde insanların yüzlerine şöyle bir bakarsanız hepsinin yüzünde istisnasız bir huzur gezinir. Bazen içinizden “bu adam da mı oruç tutuyor, hayret” dersiniz. Normalde görünüşü, bakışı-duruşu itibariyle sizden farklı olan, sizin kendilerine yakın hissetmediğiniz insanlar o iftar sofrasında kardeş oluverirler. Dolayısıyla insanların kardeşlik hislerini, dostane duygularını da çoğaltan ve hepimizin aynı maceranın sürgünleri olduğumuz hislerini bize veren çok büyük bir kolektif şölendir.

Elbette bütün bunların fevkinde olan nokta hayatlarımızı sadece bu dünya için yaşamadığımızı, hayatın çok yüce bir gayesi olduğu hakikatini hatırlatır. Dünya konaklama yeri, vücudunuz kırılgan, hayatımız fani. Böyle bir hayatı yaşamak çok manalı değil. Bu kadar kırılgan ve bu kadar anında bitebilecek bir hayat. “Ötesinde bir yer, bir mükâfat olmalı” dedirten bir hayattır bu. Biz Ramazanda bunu bir kez daha kolektif bir şekilde idrak ederiz. Hayatlarımızın boşa yaşanmadığını, bir yaratıcıya kulluk etmek ve şükrü eda etmek üzere yaşandığını toplu halde hatırlatan bir zaman dilimidir. Bence en önemlisi de budur.

Bir yazınızda hayatta özne olamamaktan ve parçalanmışlıktan bahsediyordunuz. Ramazan ayı ile insanın özne oluşu ya da insanın varlığı tevhid eden, kolektif şuuru arasında rabıta yapmak mümkün mü?

Ramazan ayında hayatın yavaşlaması, şehirlerin adeta daha manevi, daha ruhanî bir havaya bürünmesi bana hep modern kapitalist medeniyete büyük bir meydan okuyuş gibi gelir. Modern kapitalist medeniyete bir nevi “bizim şehirlerimizde öyle şeyler oluyor ki sizin şehirlerinizde benzerini bulamazsınız” denmiş oluyor. Bütün Ramazan toptan bir direniş gibidir. Bu anlamda böyle bir ruhla da bakabiliriz. Yani sizin küresel kapitalist medeniyetiniz her şeyi ele geçirdi ama bizim Ramazan ayımızı alamadı. Biz burada kendi bildiğimiz gibi yaşamaya devam ediyoruz. En modern kıyafetimizden en geleneksel kıyafetimize, en zenginimizden en yoksulumuza kadar bizim “bize ait” bir zamanımız var. Ahmed Haşim’in çok sevdiğim bir tabiriyle bizim “müslüman saatimiz”3 var. Dünyaya bunu göstermek, bunu bildirmek çok önemlidir.

Sorunuza dönersek Ramazan onarıcı bir aydır. Benim rahmetli babam, rahmetli babaannem oruç tutardı. Yine onun ataları oruç tutardı. Bende oruç tutuyorum ve aynı şekilde evladım da oruç tutuyor. Böyle olunca şunu göstermiş oluyoruz, biz nesilden nesile bu kültürün taşıyıcısıyız, bu uygarlığın bendesiyiz, hâdimiyiz, sevgilisiyiz, bunu kendi içimizde devam ettiriyoruz. Hepimiz aynı uygarlık dairesine mensubuz. İnsanlara, nesillere süreklilik duygusunu veren bir şeydir. O bakımdan Ramazan sadece dinî bir ibadet değildir. Aynı zamanda bu topraklarda yaşandığı biçimiyle çok büyük bir kültürel bir diriliştir. Nereye ait olduğumuzu hissettiren bir duygudur. Hangi anlam dairesindeyiz? Varlığımızı nereye istinad ettirerek anlamlandırıyoruz? Bu sorulara cevap veren bir şeydir. Çocuklara kim olduklarını hatırlatan bir şeydir. Çocuklar Ramazan ayı denen olguyla tanıştıkları, bu ayda iftar sevincini yaşadıkları, onunla gelen manevi havayı teneffüs ettikleri için birdenbire kim olduklarını –unutmuşlarsa bile- hatırlarlar. Dolayısıyla kültürel sürekliliği de ifade etmesi ve insanların kimlik yönelimlerine yardımcı olması bakımından çok önemlidir. Biz kimiz ve nereye aidiz sorularına sıhhatli cevapların verildiği bir aydır. Oradan aldıkları istikametle hayatlarına ve bütün senelerine daha güzel ve anlamlı bir şekilde yön verebilirler.

Çocuklar dediniz. Çocuklar için de Ramazan apayrı anlamlar içeriyor. Bugün özellikle toplumumuzda çocukların steril bir hayat içerisinde, tüketime odaklandırılmış şekilde yaşadıklarını görüyoruz. Reklamların çocukların üzerindeki etkilerini gösteren araştırmalar var. Ailede alışverişin 3/4’ünü çocuklar yönlendirdiği söyleniyor. Çocukluğun kaybı olarak ifade edebileceğimiz bir kriz halini yaşıyoruz. Ramazan ayında bu çocuklar aile fertlerinin yemek yeme imkânlarının olmasına rağmen yemediklerine şahit oluyorlar. Halbuki modern hayat bu konuda bir şey söylerken Ramazan ayı, oruç bambaşka bir şey söylemiyor mu?

Çok önemli. Zira çocukluğu yerel/kültürel kodları içerisinde tekrardan kazanıyor. Çocuk dediğimiz varlık, ABD’de de Türkiye’de de benzer biçimlerde hareket eden bir varlıktır. Fakat kültürel kodlar neyin doğru, neyin yanlış olduğunu belirler. Ramazan hissiyatı içinde bir çocuk neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair kendi kültürünün içinden cevaplarla karşılaşır. Belki senin öbür kısımlarında karşılaşmadığı cevaplarla yoğun bir şekilde karşılaşıyor. İsteklerine gem vurmanın önemli bir meziyet olduğunu fark ediyor. Batılılar insanın bu şekilde aç kalmasını hiç anlayamazlar. Niye böyle bir şey yapıyorsunuz ki derler. Çünkü Batı çok pragmatist / çıkarcı bir kültürdür. İnsanların Allah için aç kalıyor olması onlar için çok manasız bir şeydir. Çocuk hayatını bağlayacağı çok daha yüce varlığı hissediyor. Dinin hayatındaki ve de toplumdaki merkezî rolünü fark ediyor. Ve daha “yerli” bir çocuk olmayı öğreniyor.

ÖZDEMİR: Ramazan bize nesneleri, eşyaları da farklı bir şekilde algılama imkânı veriyor. Biz nerede olmalıyız, onları hayatımızda nereye koyacağız gibi sorular da soruyor?

KEMAL SAYAR: Bütün hayat zaten eşyanın künhüne varma gayretinden ibaret değil midir? Bütün hayat insanın olgunlaşması yolculuğundan ibaret değil midir? Bizler de Ramazanda eşyanın künhüne daha bir varırız. Allah için aç kalmanın insana getirdiği çok ayrı duyarlılıklar vardır. İnsan bu dünyanın geçiciliğini, kırılganlığını, faniliğini Ramazanda olduğu kadar hiçbir zaman idrak edemez. Açlığın bize getirdiği çok özel birtakım duygular vardır. Her şeyin fani olduğunu, zeval bulduğunu hissederiz. Zeval bulmayan bir tek varlık vardır, O da Allah’tır. Dolayısıyla biz de yüzümüzü O’na dönüyoruz.

Ramazan insanın varoluşunu anlamlandırabilmek için eline tutuşturulabilecek en güzel reçetelerden birisidir. Ramazanda bu reçete her seferinde hatırlatılır. Biz her seferinde yeniden otururuz. Allah ömür verirse her seferinde yeniden hatırlatılırız. O bakımdan eşyanın künhüne varmak, olayların özüne inmek, insanin kendi içine/özüne yakınlaşması, insanın başka insanlara yakınlaşması ve tabii ki Mabud’una yakınlaşması ve dahi merhametin çoğalması ve bunun bütün insanlara hükümferma olması için Ramazan çok önemlidir. İşte bu yüzden Ramazan onarılma ayıdır.

Bu haber toplam 5810 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.