1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Keşif Amerika’ya doğru değil içe doğrudur

Keşif Amerika’ya doğru değil içe doğrudur

BirNokta okurlarının yakından tanıdığı bir isim olan Resul Tamgüç, yeni şiirlerinden oluşan "Aslında Yok Böyle Şeyler" ile okur karşısında bu kez.

A+A-

Resul Tamgüç, BirNokta okurlarının yakından tanıdığı bir isim. Resul Tamgüç, ilk şiir kitabı Güliçi Nöbetleri’nin ardından, yeni şiirlerinden oluşan Aslında Yok Böyle Şeyler ile okur karşısında bu kez. Timeturk.com sitesinden Asım ÖZ Şairle kitabını konuştu.

Aslında Yok Böyle Şeyler adını taşıyan şiir kitabınız yayımlandı. Bu kitaba gelene kadar nasıl bir şiir geçmişiniz oldu?

İlk kitabım Güliçi Nöbetleri, yayınlandığında bir söyleşide “yazma serüvenimde ilk kilometre taşı” demiştim. Şimdi iki yıl aradan sonra ikinci kitap, ikinci bir kilometre taşı. Yürüdükçe öğreniyorum yazmayı, yazdıkça daha da berraklaşıyor üstümdeki gökyüzü. İlk kitap sekiz yıllık bir dönemin toplamı. Gençliğin gel-gitleri, hayat, insanın varoluş konumunun farkında olma çabalarıydı. Gri bir gökyüzü vardı üstümde. İmgelerle, remizlerle, etimi tırnaklaya tırnaklaya içsel bir şeyleri somutlanmak istedim.

Siz bu kitabınızı kendi şiiriniz içinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk kitap için bir dostum “sen vaizdin” diyor. Düşündüm de evet, biraz öyleymişim ama kürsüsüz bir vaiz, cemaati aynalar olan bir vaiz. İkinci kitap toplamıyla gördüm ki yavaş yavaş anlatan, hayatın içindeki yalınlıkta insanın ihtişamını yakalayan, somutlarla yekpare, berrak, apaçık olanı söylemeye başlıyorum. Bu bir geçiş kitabıdır da diyebilirim. Şimdi “açık, anlamlı şu bildiğiniz gibi” bir ovaya sürüyorum atımı, bakalım ne olacak.

Poetik yazılar, ya bir şairin şiirine ya da şiirin poetik sorunlarına ilişkin bilgi aktarır. Örneğin Oktavio Paz'ın yazıları ikinci kategoriye girer. Sizin kaleme aldığınız poetik bir metin var mı?

Poetik bir metin ya da manifesto şu ana kadar yazmadım. Ama ben her yazılan şiirin bir bildiri olduğunu düşünüyorum. Hayata külli bir başkaldırı olduğunu düşünüyorum. Taşları yerlerinden söküp, yeni yerlere yerleştirmek gerektiği de ortada. Gene edebiyat tarihinde manifesto sahiplerinin komik sonları da ortada. Her şey bu kadar ortadayken. Ben de şiire bağlaç ekleyip çeşitli meselelerde kafa yoruyorum. Şiir ve devlet, şiir ve teoloji, şiir ve müzik…

Bir gün bunları kaleme alırsam bu sizin de ifade ettiğiniz gibi ikinci yolu seçeceğim. Çünkü şiirin ne olmadığı sorusuna cevap o kadar çok ki. En iyisi ve kestirmesi şiirin ne olduğuna cevap vermektir. Bunu yaparken de elbette mevcut şiir birikimine göre konumlandırma gerekecektir. Ben her insanın “biricik”liğine inanıyorum. Herkes biricikliğinin şiirini yazmalı. Bu bir ölçüde insanın yaratılış güzelliğini temaşaya açması olacaktır. Şiirin ne olduğuna kafa yormak ta bir süre sonra saçmalığa dönüşüyor. Ama şiirin neşet ettiği özün fotoğrafını çekmek, sesine kulak vermek gerekiyor. O öz şaire kendi şiirini inşa ettirecek ve poetika dediğimiz mimarî değerleri verecektir. Dolayısıyla önce şiire emek sonra şiirin edebiyatı.

Kitabınızın adı bir dizenizden “aslında yok böyle şeyler/ben uydurdum”…Adın öyküsü nedir?

Kitaplaşma aşamasında çeşitli öneriler, seçenekler vardı. Bir türlü içime sinmedi hiçbiri. Tâ ki Davut Yücel, söylediğiniz dizeye dikkat çekene kadar. “aslında yok böyle şeyler” var olan hakikatti, aşktı, hayattı.

Kitabınız üç bölümden oluşuyor. Bu bölümlemeyi nasıl yaptınız?

Bölümlemeyi şiirlerin kendi içimdeki karşılılarına göre gruplandırarak yaptım. Detayları okurun ferasetine bırakalım.

Bir şiiri bitirdikten sonra neler hissedersiniz?

Kuş gibi hafiflerim. Heyecanlanırım. Döner döner okurum. Sonra bir kenara bırakırım. Aradan biraz zaman geçer. Ben buna “demleme” diyorum. Şiirin ilk yazımı kağıt ve kalemledir. Çok nadirdir bilgisayarda şiir yazdığım. Kağıttaki karalamalarıma bakarım o anki zihin haritamı incelerim. Bilgisayarda mümkün olduğunca temizleyerek, temize geçerim. Tekrar okurum ilk yazdığımdaki heyecanı bana yeniden veriyorsa güzeldir. Ben şiirimin güzelliğini kendi üstümde zaman ve heyecanın ters orantısında test ederim. Her şeyin olduğu gibi şiirin de heyecanı bir süre sonra ölür. Bu da yeniden diriltmek için bir nedendir.

Kime okutursunuz ilk önce?

Şiirimin kahramanı yoksa ilk hangisiyle önce görüşmüşsem Mürsel Sönmez ya da Mahmut Avcı olur. Davut Yücel’e de okuturum. Eleştirileri varsa dikkatle dinler, zihnimin bir kenarına yazarım. Sabredebilirsem cevap vermemeye ve savunma yapmamaya çalışırım. Daha sonra o eleştirileri de göz önüne alarak tekrar tekrar okurum. Bu esnada Fethi Gemuhluoğlu’nun sözü kulağımda yankılanır: “ herkesi usta bil bu senin edebindir. Ama bil ki usta sensin.”

Mürsel Sönmez’e muhakkak okutmaya çalışırım. Müsaitse ve şiir üstüne konuşmazsa, konuşturmak için şiiri kötülemeye başlarım. Konuşur. Hatta gerekirse kalemle üstünde çalışırız. Mürsel beyin üstümde bu konuda da emeği çoktur. Benim şiir yazmaya başladığım zamanlarda şimdi okumaya bile tahammül edemediğim şiirler üzerine benimle sabırla çalışırdı. Bana “çalışma” kavramını kazandırmaya çalıştı. Ben çok haylazdım tabii.

Peki kendi yaşantından kaynaklanan olay ve gözlemlerini şiirindeki yeri nedir?

Beni yaşadıklarım, duyduklarım etkiler. Gazetenin üçüncü sayfasındaki bir haber, kaldırımda yürüyen yaşlı bir teyzenin yüzü, tokalaştığım bir inşaat işçisinin elleri hep etkiler. Hemen usuma hikâyeleri düşmeye başlar. Bu içimin şiir kodlamasında istemesem dahi yerini alır. Heyecanlandığım ya da şiiri ateşleyen olay veya gözlemimde ilk dize dilimi ben fark etmeden bulmuştur. Ama hemen kağıt kalem aramam. O anı sonuna kadar yaşamak isterim. Hemen kayda geçsem sanki sihri bozulacaktır. Yani hayat şiirin önünde, hep bir adım öndedir bende. Sonra akşam odama döndüğümde, zihnimde oraya yeniden gider şiiri başlatırım.

İnceliklerle dolu bir şiir diliniz var… Bunu nasıl gerçekleştirdiniz?

Şiir inceliktir. Hayatın, dilin içindeki incelikleri fark etmektir. Keşfetmek değildir. Keşif Amerika’ya doğru değil içe doğrudur. Bu da ayrı bir konu.

Hem uzun hem de kısa şiirlerin var… Bu noktada baskın bir seçimin var mı?

Bilinçli bir tercih değil. Sadece şair değil her şiir de kendince “biriciktir”. Kısa şiirler kimi zaman hedefi bulan tek kurşun oluyor. Uzun şiirlerde harp sanatının inceliklerinin kullanılması gibi bir şey oluyor. Bazen güzel devam eden bir şiir bitmesin istiyorsunuz yada son söz iffetini, saffetini arıyorsunuz.

İnsanın insanın kurdu olduğu kara çağda insan insanda nasıl dinlenir?

Evet. İnsan insanda dinlenir. “insanın ağusunu alır bir insan” demiştim bir şiirimde. Bir zamanlar bu ülkede psikiyatri servisleri bu kadar yaygın değildi. Psikomatik düzenleyici diye bir şey ekmek peynir gibi satılmıyordu. Şimdi modern denilen bir çağda yaşıyoruz. Metrolar, arabalar, lüks siteler, cam binalar var. Ama Türkiye’de ilk yer altı metrosu II. Abdulhamit Han’nın tasarrufu. Mimar Sinan dünya çapında bir mimar. Sizin uygulayımbilim çalışmalarınız modernleştiğiniz/ çağdaşlaştığınız anlamına gelmiyor.

Sorun kendi öz ülküsüne yabancılaştırılan insan sorunudur. Teknolojinin tüm nimetlerini müsrifçe kullanıyor ama mutlu olamıyor. Mutluluk için hap, esrar, kokain ve hayvanını salacağı yatak odaları veriyorlar ama olmuyor. Yaşlanmaya karşı hilkat garibesi olma pahasına bıçak altına yatıyorlar, kremler kullanıyorlar. Tarladaki kadını aşağılayıp, organik tarım diye yırtınıyorlar. Ölüme de çare bulamıyorlar.

Şimdi sorunuza dönüyorum insan kimi zaman kendinde unuttuğu özü, bir başka insanının özünü görüp hatırlamasıyla dinlenir. Evin gelini kaynanasıyla sıkıntısını kaynanası yaşında bir komşu kadınla kahve içerek giderirdi. İçi ferahlamış olurdu.

Edebiyatın işlevi de bir ölçüde bu; özü korumak, özü ışığa çıkarmak, insanın, insan kurdu olmadığına, bir ruhu olduğuna, “aklın idrakini aşan şeylerin” var olduğuna, dostluğun, yalınkat bir sevginin ve bu sevgiye verilen emeğin gösterilen fedakârlığın huzur verebileceğine söylemektir. Bunu poetik kalıplar şeklinde değil bizatihi eserin var olması sağlar. İnsan şiir, roman, hikaye, deneme okursa kendinden başka bakış açıları, hisler, yaşamlar olduğunu görür. Kolay kolay insan öldürmez. Kolay kolay kağıttan yapılan sahte putların buyruklarına inanmaz.

Şiir sözcük temelli bir sanat. Sözcükleri hele söyleyiş akrabalığı olanları çok iyi ve yerli yerinde kullanıyorsunuz. Bunun için özel bir çaba içinde oluyor musunuz?

Bunu başara biliyorsam Nuri Pakdil başta olmak üzere yazımızın ustalarına şükranlarımı arz etmem gerekiyor. Ben genelde şiirin ses bütünlüğünü sağlamaya çabalıyorum. Ama tek ses/hat üzere gitmesini de pek istemiyorum. Ara ara ritmimi düşürüp yükseltmek, kargaşa çıkarmak ta istiyorum. Türk sanat musikisi dinlerken sokaktan korna sesleri geliyor. Şiir biçim olarak da yaşadığım hayat gibi olsun istiyorum.

Benöyküsel anlatımın birçok şiirinizde baskın bir eğilim olarak ortaya çıkmasının nedenleri nelerdir?

Şiir içkeşiftir. Hayatın hırpalamalarını bihakkın insan kendi içinde görebilir görürse. Bu yüzden “ben”in şiirini yazmak daha kolay geliyor. Bu bir açıdan tehlikeli bir durum. Kendini ululaştırıp, putlaştıra bilir. Ama Âşık Nimri Dede gibi “özde ben bir insan olmaya geldim” derse, kendindeki “nefesi” fark edebilirse büyük şiire ulaşabilir. Ben risk almayı seviyorum.

Sizde “bir güzel şiir söylesem” duygusu oluşturan durumlar, haller nedir?

Evet, bu dize kabul buyururlarsa naat olarak yazdığım bir şiirden. Şiir tam olarak “ bir güzel şiir söylesem / insanın ancak eliyle yaptığı var. Amenna/ elimde azıcık azıcık bir şey/ büyümüyor efendim” şeklindeydi. Bir sorgulama durumu, bir şair olarak elinizden gelen şiirinizle varsınız. Bu varoluş zeminin de sizi yükselte bilir de alçalta bilir de. İnsan yaptıklarından, elinden gelip de yapamadıklarından sorumlu. Ama nihayetinde şiir büyük hakikatin gölgesinden izler taşır. Hakikat, sukût ülkesindedir. Gölgesi söz alemine düşmüştür. Asıl olan hakikattir. Hakikatin aslı aşktır. Gerisi dedikodu, gerisi fasarya … Fethi Gemuhluoğlu’nu sözü şiarımdır. Bir dostuna yazdığı mektupta “ şiir senin ibadetindir. Sakın bırakma” diyor. İstiyorum ki elimin yaptıkları gökyüzünden geri tepeme düşmesin.

Şiirle öbür sanat dalları arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

O ya da bu şekilde şiir, görsel ve işitsel sanatlarla hatta dansla ilişkilidir. Şairin sanatsal zevklerinin, hazlarının, gelişkin olması şiirdeki estetik eşiği yukarı çeker. Şiirde müzik, sinematografi, resim müthiş bir zenginliktir. Çeçen dansının şiirini yazmak, güzel olabilir o müziği vermek, o figürlerin ritminin dizelerle hissettirmek harika bir şey olur.

Şiir geçmişinizde Bir Nokta dergisinin de önemli bir yeri var. Dergi yayımcılığı üzerine neler söylemek istersiniz? Günümüz edebiyat dergilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İstanbul Bir Nokta, benim yazıyı öğrendiğim okulum. Adının belirlendiği ilk günden beri içersinde yer almaktan onur duyduğum evim. İnsana, insanı savunmanın yüksek gerilim hattında duruyor. Dünyaya yeni yazarlar kazandırma gayretinde. Genel yayın yönetmenimiz Mürsel Sönmez’in yayıncılık anlayışı çok farklı. Onun yönetmenliği “bir kavmin efendisi, ona en çok hizmet edendir” kavrayışında. Ve güçlü bir şair. Kendi şiiri de birbirinden farklı birçok yatakta aynı anda akabiliyor. Bu dergi için büyük kazanım, farklı şiir zevklerine açık, yenilikçi olabiliyor. Büyük bir sabırla gençlerle ilgileniyor. Kitaplığını, sofrasını, zihnini, kalbini açıyor. Gelene neden geldin, gidene de niye gittin demiyor. Yıkıcı eleştiriye de karşıyızdır. Birbirimizi eleştiririz ama muhakkak “şöylesi daha iyi değil mi” “bir de böyle bakmaya ne dersin” “ tabi ki usta sizsiniz” çerçevesindedir.

Elbette İstanbul Bir Nokta gibi edebiyat ailesinin başka saygın dergileri de var. Merkez dergiler ve çevre dergiler olarak gruplandıra biliriz. Merkez dergilerin bir kısmı obezleşip, hantallaştı. Diğer taraftan okulsuzluğu, nesepsizliği marifet sayan bir şiirle üstad olduğunu zanneden tipler merkezde yer bulamayınca/ tutunamayınca dergiler kuruyorlar. Verilen yayın emeğini, insanların bir arada bir şeyler üretme şevklerini yadsıyor değilim. Ama yazı zor bir yoldur küçük şöhret hesapları emeği zâyi eder. Bir de bu safdilce uğraşlar dışında çeteler, lobiler vardır. Lobiler, çeşitli kimlik sahipleri birbirini örtülü olarak kollar ve piyasada bir birleri için “piyasa” yaparlar. Bir nevi insan tüccarlığıdır bu. Çeteciler, merkezde değil çevrededirler. Merkeze karşı tanınmak, kabul edilmek için sürekli taarruz halindedirler. Bir manifesto yayınlayıp racon keserler. Haraç olarak övülmek isterler. Ama bu “şiiri iyi bilen, yenilikçi” arkadaşların dergilerinde güzel, sağlam şiirler bulamazsınız. İster istemez “racon keseceğine iyi şiir yaz onu görelim” dersiniz ama nafile. Neyse dedikoduyu bırakıp, işimize bakalım.

Sizce şiire okuryazar katında yeterli ilgi gösteriliyor mu? Ödül kurumlarının şiiri yeterince değerlendirdiğine inanıyor musunuz? Buna bağlı olarak yayınevlerinin şiire olumsuz bakışı ve dergilerin şiire yaklaşımı üstüne neler düşünüyorsunuz?

Has şiir hiçbir zaman podyuma çıkmadı, çıkmaz da. Okur hap gibi bir şey ister. Yutacak etkisini hemen görecek, çatal kaşıkla yemeğe uğramayacak, sindirme derdi olmayacak. Ama elit bir zümre şiiri hep takip edecek. Şairler bununla yetinmesi biliyorlar. Ödül meselesine gelince bir lobiye mensup olur da, sıranın size gelmesini beklerseniz alırsınız. Ödül konusunda zaman zaman döngüden çıkıp isabet eden kurumlar var elbette. Yayıncılık konusu da başlı başına ayrı bir sorun. Bunu sadece şiir özelinde söylemiyorum. O kadar çok yayınevi var, o kadar çok kitap basılıyor ki kitapevleri sergilemekte yetersiz kalıyor. Dağıtım, tanıtım, duyuru da ayrı bir sorun. Kitapevlerinin politik hassasiyetleri ayrı bir sorun. Bütün bu sorunların arasında şiir kitaplarına yanaşmak istemiyorlar. Daha karlı, hemen popülerleşecek kitaplara yöneliyorlar. Arthur Rimbaud’un beşyüz adet basılan kitabını depoda çürümekten bir hayırsever kurtarmış. Daha ne denebilir ki bu konuda.

“yeryüzünün tüm ağaçları toplanın/Filistin tarihin rahmine çoktan düştü/Kudüs arı kovanı oğullar vermeye hazır ”şiirimizdeki Filistin duyarlığının göstergesi dizelerden… Bu şiiri ne zaman yazdınız?

“Ozanlar kendi halklarının belleğidir.” diyor Oktavio Paz. İnsanlık Gazze’de sınanırken yazdım. Tüm dünyada iyinin ve kötünün amansız savaşı sürüyor. Kudüs bu durumun mikro ölçekte net olarak izlendiği sahnedir. Kudüs’ün çevresi mübarek kılınmıştır. Yani Kudüs oğullar verdiğinde, Afrika’daki çocuk açlıktan ölmeyecek, Afganistan’da insanlar aşağılanmayacak, Amerika’nın gençleri “altın vuruşla” ölmeyecektir. İşte o zaman Kudüs kurtulmuş olacak. Biz yeter ki Filistin derken büyük dünya atlasına bakalım.

Kirli yollardan geçen/geçmekle sınanan insanın yeryüzü yolculuğunda şiir bir yol azığı olarak hangi imkânları içinde barındırıyor?

Gene Oktavio Paz’dan bir alıntı yapayım bunu ilk siz başlattınız. Oktavio Paz: “Devletler yıkılır, kiliseler çözülür ya da taşlanır, ideolojiler yok olur; ama şiir kalır” diyor. Evet. Şiir devlet yıkar devlet kurar, ideolojiler insanı ıskalar, şiir insanı yakalar. Şiir direnme, sabretme gücüdür. Şiir hayvanlaştırılmaya çalışılan insanın intikamıdır. Şiir, salt fikirden biçilecek bir kaftanla yapmaz bunu bizatihi kendi çıplak, yalın olmasıyla yapacaktır. Aşkı söylemesiyle insana, aşkınlığa inandırır. Aşka, aşkınlığa inanan insan, temiz kalmanın yolunu bulur; kirlense de temizlenmenin yolunu bulur. Ziya Gökalp’in şiirlerini kaç kişi okuyor bu toplumda? Ama sistemin ideologlarından değil midir? Bunu “Türkçülüğün Esaslarını” yazarak mı yaptı sadece. Şiirleri ile ortak ruh paydası oluşturmaya çalışmadı mı? Daha ötesini söyletmeyin bana.

Seni Tanıyorum Bilge Şair şirininizin öyküsü nedir? Cahit Koytak’ın günümüz şiirindeki yeri hakkında neler söylersiniz?

Bu şiir de gene insanlık Gazze örnekleminde sınanırken yazıldı. Cahit beyin Gazze Risalesi yayınlanmış. Çıktısını alıp eve gitmiştim. Yemek yiyip, haberleri izleyip şiiri tekrar okumak için odaya dönecektim. Ama haberler lokmayı boğazıma düğümledi. Odama çekilip şiiri okumaya başladım, bir solukta bitirdim.. Müthiş bir tanımışlık, ben’denlik hissi verdi. Filistinli çocuklara tüm yeryüzünü istemelerini söylüyordu. Çocukları büyük sahnenin ortasına gelmeleri için ayartıyordu. Siyasilerin pek bakamadığı bir perspektiften bakıyordu. İnsanı düzde kuşatmıştı. Hatta o dönem arkadaşlara şunu söyledim: “ bu şiiri ezbere bilmeyeni hariciyeye çaycı olarak bile almamalı” dedim. Daha sonra bakanlar kurulu revizyonu yapılınca esprisini yaptık bunun. Eğer bir güzelliğe işaret etmezsem ahlaktan nasıl bahse bilirim ki. Hoş, şiir ben fark etmeden dilimi çoktan bulmuştu.

Cahit Koytak’ın günümüz şiirindeki yeri meselesine gelince günümüz şiiri içersinde yeni yapı kurumcu olarak yerini çoktan aldı. Ama asıl yerini yarının şiirinde alacak. Şu an şiirleri toplu olarak, kitap halinde bulunmadığı için genç heveskârlar üzerinde ciddi okumalar yapamıyor. Ama bu şiirin döl vereceği gerçeğini örtmüyor. Ece Ayhan gibi şiirin “uç beyi” zor beğenen adamı son nefesinde Cahit beyi “sıkı şair” ilan etmiştir.

Üsküdar’da var şiirinizde. Modern Türkçe şiirde sanırım oldukça güçlü bir izlek olarak yer alıyor Üsküdar…

Evet. Şiir şehirdir Üsküdar. Yahya Kemal’den Ece Ayhan’a, Sezai Karakoç’a Erdem Beyazıt’a Mürsel Sönmez’e birçok şairin şiirinin ecesidir. Her şair kendi meşrebince ve meslekince Üsküdar’ı yorumlamıştır. Yahya Kemal’de Valide Atik Camii cam fanusta hediyelik eşyadır. Ece Ayhan’a göre Dudullu’dan Salacağa, yalın ayak koşan çocukların merkeze diklenmesidir. Çizdiği hatta dikkat edin Dudulu’dan Salacağa. Selamsız’da sistemin evcilleştirme çabalarını boşa çıkaran “morkülhani”ler vardır. Mürsel Sönmez de “Üsküdar bizim”dir. Biz buralarda hep vardık, misafiri değil yerlisiyizdir. Misafiri uğurlama vakti gelmiştir. Bu örnekler daha da uzar.

Ben Üsküdar’da ikamet etmiyorum ama kaçamak yapan sevgililer gibi sık sık görüşüyoruz. Üsküdar tarihine, mimarisine, sosyal ve ekonomik gelişimine, şehir kültürü durumuna dair çok şey okudum. Çok gezdim, sevdim.“İnsanlar yaşadıkları yerlere benzer” diyor. Edip Cansever. Bizler biraz Üsküdar’a benziyoruz.

Günümüz teknolojisi baş döndürücü bir hızla insanları kuşatırken şiirin işlevini değiştirdiği ileri sürülüyor. Size göre bu ve bunu izleyen çağda şiirin yeni görevlerinden söz edilebilir mi?

Evet, teknoloji çok gelişti. Ama hala şiir yazan bir bilgisayar, âşık olan bir robot yapamadılar. Şiirin popüler kültür içersinde metalaşması, ana konumundan uzaklaşması söz konusu olabilir. Ama metalaşan sahici, has şiir değildir. Şiir değildir daha doğrusu. Onlara lirik metinler denilebilir. Şiir insanı betonların arasında, internet hapishanesinde yeni bir yol bulup ulaşacaktır. Varoluş konumunu ünleyecektir, özgürleştirecektir. Eğer şiir işlevini kaybeder, muhatap alacağı insan kalmazsa Allah yeryüzünü helak eder. Özden neşet eden şiiri ve onun ulaşacağı insanı yeniden yaratır. Şunu çok net bir şekilde altını çizmek istiyorum. Şiir şiirdir ve şiir insana dair çok şeydir. Has şiir için “hicvet, Ruhu’l-Kudüs seninle” sözü şairin girdiği tünelin sonundaki ışıktır. Şair umarım oraya varabilir. Bu söylediklerim toplumcu, siyasi şiir denilen başlık altında anlaşılmasın; külli bir hayatın külli şiirinden bahsetmek istedim.

Gelecek dönemler için şiir üzerine ne gibi tasarılarınız var?

Şiirin dibine, daha dibine, inmeyi tasarlıyorum.

Asım Öz / TİMETÜRK

Bu haber toplam 7756 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.