1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. DEVLET PSİKOTERAPİST GİBİ OLMALI!

DEVLET PSİKOTERAPİST GİBİ OLMALI!

Dr. Medaim Yanık; "Derin bir yönetim aklı toplumuyla şu unsurları içeren bir ilişki kurmalı: Aidiyet, meşruiyet, adalet, özgüven, bilgelik. Devlet psikoterapist gibi olmalı." diyor...

A+A-

Röportaj - Muhsin Öztürk / AKSİYON DERGİSİ Sayı: 740


Medaim Yanık’a göre güçlü devlet ve toplum, kişisel sükûneti de beraberinde getiriyor. Türkiye’de bir sarkaç hâli var; küresel güç olma ihtimali ile ‘hiç bir şey yapamama’ arasında gidip gelme mutsuzluğu tetikliyor.


Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Eski Başhekimi Dr. Medaim Yanık, önemli bir psikiyatr olmakla birlikte siyaset psikolojisi üzerine çalışmalarıyla biliniyor. Kendisiyle ‘mutsuzluk’ meselesinin toplumsal ve siyaset kültürümüzle nasıl ve nerede kesiştiğini konuştuk. Yanık’a göre hâlimiz ‘sarkaç’ gibi. ‘Biz adam olmayız’ ile ‘Gelecek bizim’ arasında sallanıp duruyoruz…

-Ülkenin sürekli hareketli ve gergin gündemi toplumun ruh sağlığına etkisi ne olur? Gergin gündemler hastalık oluşturmaz; fakat ruh hâli değişikliği yapabilir. Milli maçlarda yaygın ve genel sevinç, gurur ve mutluluk hâli, depremde hüzün, endişe ve yas hâli, ekonomik krizde gelecek endişesi, umutsuzluk, terör olaylarında sıkıntı, endişe, öfke, korku baş gösterir. Benim bir olayın yaygın kitleler üzerinde nasıl etki bıraktığını ölçmede basit bir tekniğim vardır; 40 yaş üzeri, biraz hassas bir hanımın o konu ile ilgili haberi izlemeye güç yetirip yetiremediği. Toplumu geren bir konuda bu hanımefendi televizyonu seyretmeye güç yetiremeyip kapatma eğilimine giriyor ve kendi kendine söyleniyor. Bir çok kimse haber seyretmekten kaçınıyor bu ülkede. Sansasyonel haber verme tarzı ruhlarımızı geriyor.

-Niçin her şeyi savaşır gibi tartışıyoruz?

İş yapma tarzımız böyle. Ölesiye iş bitirmek istiyoruz. Planlayarak, yavaş; ama adım adım yerine canhıraş biçimde çalışmak istiyoruz. Batı kültürü, çalışma sistemi kurarak, uzun vadede; fakat daha sağlam yöntemler geliştirmiş. Siyasal mesele tartışma şeklimiz de çalışma biçimimiz gibi. Sadece doğulu olmamızla ilgili olmayabilir. Medeniyetimiz yeniden yükselir, sükûnet hali oluşursa bu konuda da daha hakikate yakın bir durumda oluruz.

-Medeniyet ve ruh hâli ile doğrudan bağlantı kuruyorsunuz...

Medeniyet ile toplumun ruh hâli arasında ilişki vardır. Bugün bir Amerikalı kendini birinci sınıf bir ülkenin vatandaşı hisseder. Avrupalılarda kendi yaşam biçimlerine yönelik güven hissi var. 17. yüzyılda İstanbul’da da insanlar böyle hissediyorlardı. Kendilerinden, değerlerinden, dinlerinden, devletlerinden emin haldeydiler. Ben buna sükûnet hâli diyorum.

-17. yüzyılda olan; bugün olmayan şey ne?

Sükûnet. Bu belki de bir topluma belli bir devre ait bir şey değildir. Belki de belli medeniyetler ve toplumlar belli bir yüzyılda sükûnet hâlini bulup sonra bunu kaybediyor. 16. yüzyıl İstanbul’unda Kapalıçarşı’da Osmanlı esnafının kendine aşırı bir güveni var, seyyahlar geldiğinde ‘kefere’ muamelesi yapıyor, doğru bir şey değil; ama onu kendinden aşağı görüyor. Devletine, toplumuna ve kendine güveniyor. İşlerin yerinde gittiğine dair bir hava var. 19. yüzyıl Osmanlı’sına döndüğümüzde bunların hepsi tersine dönüyor; medeniyetiyle ilgili kuşkuları var, yeni dünyayla ilgili yenilgileri var, devletin gidişiyle ilgili endişeleri var, ekonomide çıkmazlar var. Bugün yaygın olan şeyse bir yandan tarihten getirdiğimiz medeniyetin çökmesi, bu ülkenin gelişmiş bir hâle gelmemesinin sıkıntıları var. Modern dünyada hâlâ çok ciddi korkular yaşıyoruz; ama bir yandan da ümidimiz var. Dış politikadaki hamleler mesela, ümit veriyor insanımıza. Bizim yeniden bu bölgede bu topraklarda yeni şeyler yapabileceğimizi, hem bizim, hem bölgemiz, hem de insanlık için yeni değerler üretebileceğimize dair mesajlar veriyor. Bu hamleler, toplumun kendine güvenini besliyor.

-Uluslar arası güç girişimlerinin mutluluğumuzla ilgisi var yani… İki toplumu barıştırma, krizlere etkili bir şekilde müdahale edebiliyor olmamız ya da girişimlerimiz… Bunun sayısı artarsa olabilir. Mesela Avrupa’da milli takımımızın bu düzeyde olmuş olması, dış politikada parlak bir girişim, ekonomide sağlanacak küresel bir başarı, olumlu bir hava pompalıyor ve pompalayacaktır. Sıradan bir Hollandalı için bu yüzyıl oturmuştur. Ekonomide sıkıntı yaşamaya başlasalar bile genel olarak hayatı belli standartlarda yaşıyor. Onun için sansasyonal olay denilen şeyin miktarı az. Televizyon haberleri daha sakin. Gündelik hayatta bir sükûnet ve oturmuşluk hali var. Biz de gündemler çok çabuk değişiyor, her an bir bomba patlıyor. Biz aslında çok fazla uyaranla muhatap oluyoruz. 40 yaşına gelmiş bir hanımefendi haber dinleyemez hâle geliyor. Aşırı gergin bir havadan dolayı televizyonu kapatma çok yaygın bir tutumdur.

-Ya haberi dinliyor ve etkilenmiyorsa...

Gerilime dayanma gücü varsa, o da gerilimin içinde bizzat oyuna dâhil oluyor. Gerilimden kaçmıyor, taraf oluyor, belki bu onun ruh hâline yansıyor. Ama aynı zamanda oyuna katılmış oluyor. Gergin gündemler taraflaşmaya zıtlaşmaya yol açar. Bu da ülkede niye kamplaşmaların bu kadar yüksek olduğunu izah eden faktörlerden biri olabilir. Bu ülkede herhangi sosyal ve siyasal sorunu ‘bir mesele’ gibi tartışamıyoruz. Her zaman aşırı duygusal tepkileri beraberinde getirebilecek ayrışmalara götürebilecek şekilde ele alınıyor. Bu, meselelerin sağlıklı tartışılmasını engelleyen bir şey. Bir yerden fikir çıkması için iletişim sürecinin doğru yönetilmesi gerekir. Bu sağlıklı yürümüyor. Dinamizm var; ama kaotik bir dinamizm...

-Yakın zamanda da değişmez mi?

Yakın bir zamanda değişebileceğine dair bir işaret yok.
-Sürekli toplumsal kriz yaşamaya alışık mıyız yoksa aşılı mıyız? Bir sıkıntıyla karşılaştığımızda geçmiş deneyim ve tecrübelerimizin olumlu ve olumsuz etkisi olur. Gündelik strese, belirsizliklere daha fazla maruz kalan bir toplumuz. Sükûnet içinde, güvenli halde, doğal bir hayat seyri olmuyor. Belki bu topraklarda son 200 yıldır olmuyor. Yenilmiş ve tekrar ayağa kalkamamış bir topluluk olmamız ile ilgili olabilir. Aşılı olduğumuzu iddia edemeyiz. Ruh hâllerimizi mutlu olarak tanımlamak zor.

-Peki nasıl tanımlarsınız?

‘Biz adam olmayız’ ile ‘Gelecek bizim’ arasında sallanıp duruyoruz. Baskın bir ruh hâlimiz yok. Benim deyimimle sükûnetin olmadığı, kaotik bir ruh hali.

-Bahsettiğiniz tarih hâkim olma duygusunun gerilemeye başladığı tarih.

Medeniyetimizin gerilemesi, Batı medeniyetinin bizi geçtiği algısı, Osmanlı’nın travmatik dağılım süreci, 85 yılda yeterli gelişimin sağlanamaması, hâlen Avrupa ülkelerinden her türlü göstergede geri olmamız ve Avrupa kapılarında bekletilmemiz ulusal gururumuzu kırıp, güvensiz ruh hâli oluşmasına sebep oluyor. Yaygın toplumsal kesimlerin iş, aş, eğitim, güvenlik gibi gündelik hayat sorunlarının sıkıntılı olması da moralimizi bozuyor.

-Gündelik siyaset tartışmaları niçin bu kadar kaotik? Kullanılan dil suçlayıcı. Yaftalama ve ayrımcılık dili. Birbirini anlamaya yönelik bir üslup daha geliştirici olabilir. Ne yazık ki bunun değişebileceğine yönelik bir işaret yok.

-Yani yeni skandallar bizi bekliyor…

Bu, kamuoyunun gelişmemiş olması ile ilgili. Her konuda standartların düşük olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Zihinlerin analiz ve muhakeme düzeyleri düşük. Hâlâ meseleleri tartışırken Osmanlı’nın son dönem aydınlarının düzeyine dahi gelemedik.

-Muhakeme geriliğini neye bağlıyorsunuz?

Düşünme alışkanlıklarımız bir çok kaynaktan beslenir. 85 yıllık resmi ideolojinin öğrettiği kalıp düşünme biçimleri var. Resmi öğretiler zamanla kısırlaşır ve zamanın ruhuna uymaz hâle gelir. Bunu sık görüyoruz. Diğer bir sorun pozisyona göre düşünmedir. Kamuoyu oluşturma gücüne sahip basın organlarında güç dengelerini okuyarak söz söyleyenler var. Seviyeli düşünce için özgür bir zihin gerekir. Pozisyonel düşünenin fikirleri zincirli olur.

-Düşesin gizli kamerası küçük çapta Uluslar arası bir skandala dönüştü Çünkü skandal yaratmaya uygun bir zeminimiz var. Bürokrasimizin ve basınımızın düzeyi istenen skandalı çıkarmaya uygun. Kolay malzeme oluyoruz. Bu şuna benzer: Bizim çocukluğumuzda milli takım maçlarını korkarak seyrederdik. Sürekli kalemizde goller olurdu. Bazen bu sekize kadar çıkardı. Çünkü futbolumuz gelişmemişti. Şimdi maçlarımızda takımımıza güveniyoruz. Takımımız üst seviyeye çıktı. Bürokrasimiz, basınımız daha üst düzeyde düşünmeye ve davranma haline gelse bu skandal çıkmayacak.

DEVLET PSİKOTERAPİST GİBİ OLMALI!

-Derin devleti tartışıyoruz. Toplumu yönlendiren derin akıl var mı sizce? ‘Derin devlet’ denen ayrı organize bir yapı olduğunu sanmıyorum. Varsa bile aklının derin değil yüzeysel olduğunu düşünüyorum. Devletin toplumla kurduğu ilişki hiçbir derinlik göstermiyor. En basit sosyal psikoloji kurallarına bile aykırı. Derin bir yönetim aklı toplumuyla şu unsurları içeren bir ilişki kurmalı: Aidiyet, meşruiyet, adalet, özgüven, bilgelik. Devlet psikoterapist gibi olmalı.

-Bunu biraz açabilir miyiz, ‘devletin psikoterapist gibi olması’ meselesini...

Psikoterapist kendisine başvuran kişi ile etkileşime girer. Kişiyi kendisinin zararına olacak davranışlardan korur. Başvuranın sıkıntısını azaltır, öfkesini kontrol altında tutar, gelişmesini sağlar, riskli davranışlardan uzak tutar. Psikoterapist bireye karşı bunları yapar. Devlet bu rolü büyük gruplara karşı yapmalı. Dindarlar, Kürtler, Aleviler, solcular, sağcılar, milliyetçiler vb. Kendi gelişim süreçlerinde sonradan hatalı olduğu anlaşılan süreçler yaşamışlardır. Devlet terapist gibi bu kesimlerin hatalarını örtüp, onları şiddetten koruması gerekir. Maalesef devlet şimdiye kadar bu şekilde davranmadı. Bu kesimlere bastırma ve cezalandırma gibi yöntemler kullandı. Hatta bu grupların şiddete bulaşmasına zemin oluşturdu.

-Toplumsal çatışma çıkma riski var mı?

Doğrusu ben geçen yaz meydana gelen Altınova olayından korktum. Bizim şimdiye kadar Türk toplumu ile Kürtler arasında halklar düzeyinde ve gündelik hayatta ‘çatışma olmaz’ diye bir yargımız vardı. Çatışmanın sadece silahlı güçler arasında olabileceğini düşünüyorduk. Fakat Altınova olayları bu yargımızı gözden geçirmeyi ve daha dikkatli olmamız gerektiğinin ipuçlarını veriyor. Bir kere çatışma ortamı örgütlü olmayan ve sıradan gündelik hayat içinden çıktı. Olaylar bireyler üzerinden değil gruplar üzerinden yaşandı. Grup davranışı ile kolektif şiddet uygulandı. Bayrak asma, sloganlar, boykot gibi semboller ortaya çıktı. Bunlar tehlikeli şeyler.

-Daha kişisel açıdan bakmak gerekirse, sözgelimi negatif duyguların yoğunluğu yaşama biçimini etkiler mi?

Duyguların negatif düşünme biçimlerini baskın kılması söz konusu olabilir. Duygu düşünme ile beraber çok paralel seyreder. Eğer duygulanımlar negatifse resmi görme objektiflikten düşer, normal olanı negatif görme eğilimi ortaya çıkar. Bu da aslında ‘mutsuzluk düşünceyi bozar’ anlamına gelir. Ama bana kalırsa mutsuzluğumuzun ana kaynağını gündelik hayattaki zorluklarımız oluşturuyor. Bu ülkenin sosyoekonomik düzeyine bağlı. Sağlıktan faydalanma, toplu ulaşım araçlarını kullanma düzeyi, iş bulma oranı, gündelik hayatın kalitesini etkileyen şeyler konusunda bu ülkenin ortalamasında çok ciddi bir sorun var. Topluluk için söylediğimiz hiçbir söz kalıcı değil. ‘İşte bu millet böyledir, hep böyle olacaktır’ diyemeyiz. Bu millet 50 sene sonra yapılan bir araştırmada en iyi konuma gelebilir.
-Peki yüzlerde okunan mutsuzluk hali?

Yüz hatlarındaki sıkıntı Batılı bir hayat tarzında da eleştiri konusu olabiliyor. İntihar olayları, zararlı madde kullanımı bizden yüksek. Şiddet oranları bizden çok fazla düşük değil. Modern dünya hiçbir topluluğa sükûnet vermiyor aslında. Diyelim ki bugünlerde çok mutsusuz ve diyelim ki bir hafta sonra bayram var, bu hava değişecek, çocuklar mutlu olacaklar başka ülkelerde yaşayanların gıpta edebileceği portre çıkacak ortaya belki. Toplumsal olaylara bakarken çok boyuttan bakmak gerekiyor, çünkü çok dinamik bir süreç bir kere. Bunların hiç biri kalıcı değil, değişebilir. Bu bakımdan milletin ‘aslî karakteri’ diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Tarihsel kökenleri var; ama gündelik özellikle sosyoekonomik düzeyle çok ilişkili. Dış faktörlerden çok etkileniyor. İnsanları sabahın beşinde hastane kuyruğuna sokar, bir doktara 30-40 hasta verir… O ortamdan çıkacak hasta-doktor arasındaki kavga oranı ile hastayı insanî bir ortamda bekleten, doktorunu da normal sayıda hastaya bakma ortamı sağlayan sistemdeki çatışma bir olamaz. Sağlık temel bir ihtiyaç ve bunu alma biçimini insanî bir şeye bağlarsanız o sizin ruh haletinizi düzeltir.

-Dolmuştaki mutsuzluk atmosferini de buna mı bağlıyorsunuz? Dolmuşta ayakta seyahat etmek insanî midir? Toplu taşıma aracıyla gitmek insanîdir; ama dünyanın neresine gidersen git insanlar bir yerden bir yere yolculuk yaparken oturur. Kim bundan mutlu olur. Zorla kendini dolmuşa atmış. Bu giderilirse milletin bu açıdan doğan moralsizliği düzelir. Ben bu milletin koruyucu faktörlerinin dininden, geleneğinden dolayı çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Bir Avrupalıdan çok daha yüksek bir ruh hâline rahatlıkla sahip olabiliriz. Benim bir tezim var; bu ülke, şizofrenler için ideal bir yer olabilir. Şizofren için oluyorsa, hepimiz için de olur.

-Bunu neye bağlıyorsunuz?

Avrupa’da bir şizofren hastasının ailesiyle beraber olma olasılığı yüzde 50’nin altında. Şu anda bu çok övünülecek şey değil ve zorlukları da var. Bizde bu oran yüzde 99’a varıyor, yani şizofren hasta ailesiyle yaşıyor. Tabii bu rakamların daha makul, daha aşağıda olması lazım. Şöyle söyleyeyim, hem bir sistem kurdunuz hem de hâlâ bu aile yapınızı koruyorsunuz. En iyi iki şey bir araya gelmiş. Batının o aile yapısını yeniden kurması çok zor bir şey. Ama sistemi kurabilirsek eğer iki faktörde bizde olursa biz daha iyi yerde oluruz. Bu düşünme biçimi toplumsal hayattaki her şeye uyarlanabilir.
-’Toplumsal şizofreni’ ifadesini kullanıyoruz, kendini ifade edememe babında...

‘Şizofreni’ lafı çok uygun olmayabilir, ben onu kullanmam; ama toplumsal bir meseleyi tartışmak için ve bundan bu toplumun lehine bir gelişme sağlayacak bir şey olabilmesi için birkaç şart gerekli. İnsanların düşüncelerini ifade edebilmesi lazım. Bunun yolu da fikir özgürlüğünden geçer. Eğer kişiler söyledikleri düşünceleri için bedel ödeyeceklerini düşünürlerse sözü saklamaya, sembollerle, endirekt konuşmaya yönelirler. Veya bütün bunları göze alan Donkişotvari bir tarz çıkar ortaya. Söylenecek şeyi bir topluluk söylemiyor, üç beş kişi söylüyor onlar da ayrık ot muamelesi görmeye başlar. İkinci şey, insanların endirekt bulundukları yerden konuşmaya alışkın olma tarzı. Sizin bir cepheniz var, o tarafınızdan konuşmanız o tarafla uyumlu olmanız lazım. Bir kere tarafınızda olmak için bir bedel ödemişsiniz, taraftan ortalama bir bakış geliştirmek, taraftan olan uyumunu gözetme durumu, karşı taraf da zaten sizi o gruptan gördüğü için zaten sizi etiketlemiştir, orada bir çıkmaz oluşuyor. Bu da, doğru dürüst düşünmenin, meseleleri tartışabilmenin önündeki önemli engellerden biri.

-Bu mutsuz eder mi?

Eder. Faktörlerden biri. Neler mutsuz eder; tarihten gelen şey, gündelik hayatın kolaylaşması ve gelecekle ilgili beklentiler, güvenlik algısı. İnsanoğlu güven içinde olmaya ihtiyaç duyar. Diyelim ki bu ülkede kurumlar arasında veya Kürt meselesinde gerilim olma korkusu varsa, bunun haberini duyuyorsunuz bunun topluma yansıması oluyor. Cenazeler geliyorsa, ‘acaba daha büyük noktaya gider mi?’ endişesi oluyor. Gelecekle ilgili beklentiler ruh halini depresif yapar, dünyasını negatif anlamda etkiler.

Bu haber toplam 5897 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.