Sakın bütün ilmimiz 'üç soru'luk olmasın?

Dücane CÜNDİOĞLU

Yeşil'in yalın renk olmadığı söylenir; sanki gerçekte yalın bir renk olabilirmiş gibi. Yeşil yalın, yani ana renklerden değildir. Birleşiktir. Çünkü üç ana renkten ikisinin, mavi ile sarı'nın izdivacından doğmuştur.

Böyle bilinir.

Çaresizdirler, analitik zekalar, yeşilde hep sarı ile mavi'nin izlerini ararlar. Bakışlarında parçalı bir bütündür yeşil! Parçalardan oluşmuştur, parçalanmadan algılanamaz. Parçalanmadıkça anlaşılamaz.

Oysa asırlarca yeşil 'yeşil' olarak bilindi. Ressamlar yeşili paletlerinde 'yeşil' olarak bulundurdu.

Maviyle sarıyı karıştırarak yeşili üretenler ve kullananlar sadece yeniler'dir. Bizler, yani her şeyi bölüp parçalayanlar…

Eskilerse, yeşilin içindeki mavi'yle sarıyı görmeye tenezzül etmediler. Yalın baktılar dünyaya. Basitçe. Huzurla. Bölmeden, parçalamadan.

* * *

Kudema, nicelik (kemmiyet) kavramını 'bölünebilir olan' şeklinde tanımlıyordu, bölünemeyenlere ise nitelik (keyfiyet) adını veriyordu. A-tomlara…

Bugün biz modernler nitelikleri kolaylıkla niceliklere indirgeyebiliyoruz. Varolanların tamamını sayılabilir ve ölçülebilir olarak kabul ediyoruz. Sayıyoruz ve ölçüyoruz. Bölebiliyoruz yani.

Ne varsa, hepsini. Bölüyoruz. Yarıyoruz. Parçalarına ayırıyoruz. Her şeyi parça parça ediyoruz. Sürekli 'Kaç?' diye soruyoruz. Yorulursak en çok 'Kaça?' deyip susuyoruz.

Sadece kavramları değil, şeyleri de analiz ediyoruz.

Bölerek düşünüyoruz. Sadece düşünmek mi, bölmedikçe hissedemiyoruz da.

Duygularımız da, düşüncelerimiz de bölük pörçük bu yüzden!

* * *

'Kaç?' sorusunun cevabıdır nicelik. ('Kem?'den kemiyet.)

Nitelik ise 'Nasıl?' sorusunun cevabında söylenir. Ne asıl? ('Keyfe?'den keyfiyet.)

Keyif almak, keyiflenmek gibi ifadelerin temelinde yer alan temel kavramın 'keyfiyet' (nitelik) olmasının sebebi nedir acaba?

İtiraf etmem gerekirse soruyu bulmak, cevabını bulmaktan daha zor oldu benim için.

Cevap şu: Keyif verici olan hep keyfiyet'lerdir. Nitelikler.

Nitelikleri nicelleştirmeyi her denediğinizde aldığınız keyif azalacaktır; hem de kaçınılmaz olarak.

Bölmeyin, çarpmayın, nasılsa öyle kabul edin! Ne kadarsa o kadar…

* * *

'Nasılsın?' diye sormak, aslında, 'Halin nasıl?' diye sormaktır.

Aman yarabbi, şu sorunun talep ettiği cevabı bir düşünür müsünüz?

- 'Ne haldesin?'

Ne halde, nerede, yani hangi makamda?

Hal, değişecek olanın, değişip gidecek olanın adı. Geçiciliğin.

Sorunun vebali var, bir bedeli. En azından sorunun ciddiyetini kavrayanlar açısından.

* * *

Tabiun'dan (Hz.Peygamber'n dostlarının talebelerinden) bir zat, yolda giderken karşılaştığı bir arkadaşına, 'Nasılsın?' diye sorar.

Arkadaşı da 'Eh işte n'olsun, dünya sıkıntılarıyla uğraşıp duruyoruz' diye karşılık verir.

'Hayrola?' diye biraz üzerine gidince de iflas ettiğini, ödeyemediği büyükçe bir borcun altında kaldığını söyler.

Tabiun'dan olan zat, 'Bana biraz izin ver, hemen geleceğim' deyip koşa koşa gider, babadan kalma evini satıp borçlarını kapatabilmesi için elindeki parayı getirir arkadaşına verir.

Ne yaptığını soranlara da şöyle der:

- Biz öyle gördük ki kendilerine yetişebildiğimiz Peygamber dostları, gereğini yerine getirmeyi düşünmedikçe asla birbirlerine 'Nasılsın?' diye sormazlardı. Yerine getiremeyeceklerse, laf olsun diye başkalarına 'Nasılsın?' demezlerdi. Vallahi, ağzımın payını aldım, bundan böyle ben de kolay kolay kimseye 'Nasılsın?' demem!'

Her ağzın bir payı vardır. Her konuşmanın. 'Nasılsın?' diye soracak her ağzın.

O pay hep ödenir. İsteyerek ya da istemeyerek…

* * *

Tekrar başa dönelim: Yeşil'e…

Yeşil ki huzurun adıdır, huzur ve sükunun…

Can'ın rengidir yeşil, canlılığın ve dahi diriliğin.

Kur'an'da yeşil'i sarı'nın karşıtı olarak gördüğümüzde şaşırmayız. Çünkü sarı, sararıp solmanın, çürümenin rengidir. Ölümün hemen öncesinin.

Yeşilse 'yaş'tan geldiği için diri ve taze olanın remzidir.

Sararıp solan ölür, yeşillenen ise dirilir. Cennette, yani yeşilliğin ortasında.

* * *

Eski bir hikayemin başlığı idi: 'Hızırın Huzurunda Hazır Olmak!'

Hızır'ın, yani Yeşil'in Oğlu'nun…

Çünkü hakikatte Hızır da yeşildir, Hıdırellez de.

Şimdi sana bir soru ey talib!

Musa Hızır'a, bizlerse Yeşil'e niçin tahammül edemeyiz?

Acaba, bütün ilmimiz en fazla 'üç soru'luk olduğu için mi?