1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Hilal Kaplan İle Ötekileştirme Travması Üzerine Söyleşi

Hilal Kaplan İle Ötekileştirme Travması Üzerine Söyleşi

Psikolog Özlem Kandemir; psikolog, sosyal bilimci, yazar ve gazeteci Hilal Kaplan ile "Ötekileştirme" denilen travmatik süreci ve bu sürecin topluma yansımalarını konuştu.

A+A-

PSK. Özlem Kandemir / Özgün duruş Gazetesi


ASIL ÖTEKİLİK İLİŞKİSİ DİNAMİĞİ MAZLUM İLE ZALİM ARASINDA OLMALIDIR!

Hilal Kaplan: İslam asıl ötekileştirme ilişkisini mazlum ile zalim arasında kurar. Bu bizim kendi içimizde de geçerli olan bir ilişki biçimidir aynı zamanda, yani biz kendi başımızayken bile nefsimizle bir ötekilik ilişkisi kurmak durumundayız. Aynı bunun gibi, mazlum ile zalim arasındaki farklılığı, ben esas ötekilik ilişkisini tesis eden dinamik olarak görüyorum.

Üzerinde yaşadığımız topraklar, farklı kültür unsurlarının bir arada - yan yana barındırılmasıyla övünülen bir kültürün izlerini taşıyor. Ancak çok dilli, çok dinli, çok uluslu bir toplumun özneleri iken, içinde farklılıkları barındırmak istemeyen ve ötekileştirme dediğimiz sinsice bir psikolojik mekanizmanın nesneleri haline dönüşümüz ise son derece dramatik bir gerçek olarak yüzümüze çarpıyor. Ne acıdır ki bir “öteki”nin diğer “öteki”ye bakışının bile son derece sıkıntılı olduğu ve bunun uzantısında büyük bedellerin ödendiği tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Türkiye uzun yıllardır demokrasi kültürünü hakim kılabilmek için, şiddetli doğum sancıları yaşayan bir ülke ve bu sancıların bir anda durulmayacağı da ortada. Bir an için ezberin bozulabilmesi ve bu sancıların insan olmanın ortak paydasına doğru yön verebilmesi adına, davranış bilimcilerin bilindik söylemlerin dışında yeni söylemler geliştirmesi-yeni sorular sorması da elzemdir. Güneşin altında söylenmemiş söz kalmamıştır belki ancak bazı söylenmiş sözlerin altının daha kalın çizgilerle çizilmesi için vakit gelmiştir. Aksi takdirde altını çizemediğimiz söylemlerle, gün olur bizim üzerimiz çizilebilir. İşte bu minvalde Sosyal Psikolojik analizlerin şimdilerde son derece popüler konuları olan kimlik ve ötekileştirme eksenli bir söyleşi gerçekleştirmek üzere TvNet’teki programının yayınından hemen önce Hilal Kaplan’ın kapısını çaldım.

1982 yılında sıcak bir Ağustos günü dünyaya gelen Hilal Kaplan, çalkantılı bir ergenlik ve İstanbul Köy Hizmetleri Anadolu Lisesi’nde başarılı bir eğitim sürecinden sonra lisans eğitimini Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde aldı. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde “Türkiye’nin Ölmeyen Babası Üzerine: “Atatürkçü Gençliğin İmkansız Yası” adlı yüksek lisans tezini tamamlayan Kaplan, “Söz Konusu Özgürlükse Hiçbir Şey Teferruat Değildir” bildirisinin ve aynı bildiriden yola çıkarak hazırlanmış “Henüz Özgür Olmadık” kitabının yazarlarından biri. Sivil toplumla organik bir bağı olmasa da hak olanı savunduğunu düşündüğü herkesle her yerde ortaklaşmaya çalışıyor. Taraf’ta başladığı köşe yazarlığı serüvenini şimdilerde Yeni Şafak’ta devam ettiren Hilal Kaplan, hem bir sosyal bilimci hem de ötekileştirme kültüründen nasibini almış bir birey olarak, yine kendi küçük kişisel deneyiminde ötekileştirilme denilen travmatik süreci yaşantılamış biri olarak sorduğum soruları son derece açık yüreklilikle yanıtladı.

Bugünün dünyasında “kimlik” en büyüleyici kavram haline geldi, kimlik araştırmaları ve kimlik söylemi, her şeyden önce geliyor. Toplumsal analize konu olan yerleşik sorunlar artık kimlik ekseni etrafında yeni baştan ele alınıp “insan hakları” dendiğinde daha çok kimlik hakkı; “hayat siyasetleri” dendiğinde kimlik oluşturmak için yapılacaklar anlaşılıyor. Öncelikle ben de bu bağlamda size şu soruyu yöneltmek istiyorum: Siz kimsiniz, kendinizi nasıl bir kimlikle tanımlarsınız?

Öncelikle ben bir Müslümanım, kendimi Müslüman olarak tanımlarım. Müslüman olmak da bütün kimlik kategorilerinize sirayet eden bir şey. Örneğin ben bir kadınım aynı zamanda ama nasıl bir kadın kimliğine sahip olacağımı Müslüman kimliğim belirliyor. Türküm aynı zamanda ama etnik kimliğimle nasıl alakalandığımı da yine Müslüman oluşum etkiliyor. Aslında hepimiz belli kimlik kategorilerine sahibiz ama Müslüman olmak bütün kimlik kategorilerinizle alakalanma biçiminizi etkileyen bir üst kimlik. Ben de kendimi “üst kimlik” kategorizasyonu içerisinde Müslüman olarak tanımlıyorum.

Kimliğin inşa sürecinde, kişi ne olduğunu ya da olacağını belirlerken “ne olmadığına” yani “öteki”ye bakarak bu inşaatın harcını karar. Yani insanoğlu, kabul ettiklerinin yanı sıra reddettikleriyle de var olmaya çalışır. Ancak bu reddediş boyut değiştirdiğinde “ötekileştirme” dediğimiz,  kendimizden farklı gördüğümüz kişileri dışlama, yabancılaştırma, düşman haline getirmeyi ifade eden bir sürecin içinde buluruz kendimiz. Ne oluyor ve nasıl oluyor da bu kadar basit bir psikolojik süreç, taraf olmayı ve husumet duygularını içermeye başlıyor?

Öteki dediğimiz kavram psikanalizde de vardır; sen, ben, o üçlüsü üzerinden insan kendi kimliğini kurar. Önce anne ile özdeş sanırsın kendini, sonra babanın adı devreye girer ve o üçgen içerisinde bir kimlik kazanırsın. Yani kimlik kazanma bağlamında şart olan bir şeydir “öteki”. Biraz önce de vurguladığım gibi, üst kimlik olarak Müslümanlığı benimsediğim için, öteki kavramına da o pencereden bakıyorum ben. Tabi ki İslam içerisinden baktığınızda Müslüman olan-olmayan ayrımı vardır ötekilik bağlamında ama bundan da daha önemlisi İslam asıl ötekileştirme ilişkisini mazlum ile zalim arasında kurar. Bu bizim kendi içimizde de geçerli olan bir ilişki biçimidir aynı zamanda, yani biz kendi başımızayken bile nefsimizle bir ötekilik ilişkisi kurmak durumundayız. Devamlı nefsimizle mücadele halinde bulunmak zorundayız. Aynı bunun gibi, mazlum ile zalim arasındaki farklılığı, ben esas ötekilik ilişkisini tesis eden dinamik olarak görüyorum. Fakat günümüzde durum bu şekilde algılanmıyor, onu da kabul etmek lazım. Özellikle 90’lı yıllarda başlayan ve 2000’li yıllarda zirve yapan bir kimlik siyaseti yapıyor olma durumu söz konusu Türkiye’de. Eskiden politikacılar memur, çiftçi, esnaf, vs olarak tanımlarken halkı ve öyle seslenirken halka; şimdi Türk, Kürt, Çerkez, Alevi, Sunni gibi kimlikler üzerinden hitap etmeyi tercih ediyorlar. Çünkü bu kimlikler, bir biçimde insanların var olma ve haksızlığa karşı direnme mücadelesinde öne çıkardıkları kategoriler oldular. Ancak buradaki ötekilik ilişkisi, zalim-mazlum ayırımı perspektifinden beslenerek kurulmadığı için “ya bizdensin ya onlardan” ya da “sana yapılan zulum benim umurumda değil çünkü bana dokunmuyor” mantığı ile şekilleniyor. Bu durumun oldukça sakıncalı olduğunu ve özellikle de bir Müslüman açısından da doğru olmadığını söylemek zorundayım. Çünkü bir Müslüman için diğer kimlik kategorilerinden önce, zalim mi mazlum mu olup olmadığının daha önemli olduğunu düşünüyorum.  Umuyorum siyasetimiz de, ahlakımız da bir süre sonra bu noktaya gelir.

Yani ötekilik ilişkisini kurarken, bahsettiğiniz bu İslam ahlakı yerleşik olmadığı için farklı olarak algıladığımız her öteki ile aramızda duvar örme zorunluluğu hissediyoruz. Aslında Rusların Matruşka denilen bebekleri gibi, “ötekileştirme” kelimesi sonsuz bir iç içelik ihtiva eden bir kavram. Hristiyan için Yahudi ötekidir, Yahudiler’in içinde Eşkenaz ve Seferad Yahudileri ötekidir, idare edilen için idare eden ötekidir vs… Herşey öteki olabilir aslında. Bizler çok renkli, çok uluslu bir imparatorluğun mirasyedileri olarak; Osmanlı kültürünün öteki kavramına olan bakış açısını görmezden mi geliyoruz günümüzde? Bilindik bir klişeyle açıklayacak olursak, Osmanlı caminin, sinagogun, kilisenin yan yana durduğu bir medeniyetti. Oysa şimdi bırakın bunların yan yana bulunmasını, insan çeşitliliğini öngörmeyen bir sistemin içinde yaşıyoruz maalesef.  Bu minvalden bakınca Cumhuriyet tarihinin genelinde ve günümüzde,  gayrimüslimlere uygulanan politikalar hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Bir yazımda da yazmıştım ben, “Hep diyoruz ki Osmanlı bir hoşgörü medeniyetiydi, tüm dinlerden-dillerden insanlar bir arada yaşardı; sonra da ikinci klişemizi söyleriz Türkiye %99’u Müslüman olan bir ülkedir. Bu ilk cümleden ikinci cümleye geçiş nasıl oldu?” Yani hem çok kültürlü-çok uluslu bir hoşgörü medeniyeti olduğunu söylüyoruz hem de bugüne baktığımızda tek bir dinin ve onun inananlarının çoğunlukta olduğu bir topluma dönüşmüşüz. Bunu biraz sorgulamak gerekiyor tabii ki, Cumhuriyet’in gayrimüslimsizleştirme politikalarına farklı bir cepheden bakmak gerekiyor.  İşin en kötüsü bu gayrimüslimsizleştirme politikası, İslam ahlakından oldukça uzak bir biçimde, insanların canına, malına, namusuna kasteder bir biçimde yapılmasına rağmen; İslami söylemleri de kendisine kalkan olarak kullanan bir tavır sergilemiştir.  Ulusçu söylemler ile İslami söylemleri bir anlamda harmanlayarak, İslam’ı da bir payanda gibi görerek kendini gerçekleştirmiş bir politikadır bu. Hep söyleniyor ya, aslında bir tektipleştirme projesinin uzantısıdır bu durum. Makbul olan Türk, Sunni Müslüman, Laik ana ekseninde yer almaktır. Aslında egemenler bir biçimde zulmederken bizim kimlik kategorilerimize çok bakmıyorlar. Ama bizler bu zulumlere karşı çıkarken nedense bu kimlik kategorilerimiz üzerinden ayrılıyoruz. Mesela başörtüsü yasağı uygulanırken devlet “ben laik bir devletim” diyor;  gayrimüslimlere uygulanan haksız politikalar nasıl meşrulaştırılıyor “burası Müslüman çoğunluklu bir devlet” deniliyor; aynı şekilde Aleviler kendi haklarını istediklerinde “burası Sunni Müslüman bir ülke” diyerek bu hak talepleri görmezden geliniyor. Bu anlamda, devamlı bir sorgulama hali içinde olmak gerektiğini düşünüyorum. Yani herhangi bir tarafta saf tutmadan önce “ben zalimlerle bir oluyor muyum” sorusunu her daim kendimize sormak mecburiyetindeyiz.

Görüşlerinize, kendi adıma katılmamak mümkün değil. Yalnız şöyle de bir gerçek var ki, ötekileştirilenler diğerlerini -refleksif bir savunmayla olsa gerek- daha da çok ötekileştiriyorlar ve aradaki hatlar daha da keskinleşiyor.  Gerektiğinde, mazlum edilmiş olanların yanında diğer mazlumlar yer alıyorlar mı, birbirlerinin mazlumiyetlerine sahip çıkıyorlar mı peki?

Çoğunlukla sahip çıkmıyorlar. Mesela en son yapılmış bir araştırmada, Alevi toplumuna sorulduğunda bu kesimden sadece %1’lik bir kesim başörtüsü yasağına karşı olduğunu söylemiş. Sunniler arasında da Aleviler’in taleplerine karşı, devletin Sunni Müslüman olduğu illüzyonundan yola çıkılarak, sadece %34’ü Aleviler’e destek vereceğini söylemiş. Bu anlamda devlet belli başlı kimlik kategorilerini zaman zaman zulmetmek için kullanırken ve zulmettiği grubun etnik kimliği ne olursa olsun bir biçimde onu ezerken, zulmedilenler nedense karşı tarafın kimlik kategorisine göre konumlanıyorlar. Mesela geçenlerde 1 Mayıs Bayramı kutlandı ve bu sefer ilk defa Müslüman temsili olan gruplar, partiler, sivil toplum kuruluşları da katıldılar. Ben bunu çok olumlu bir gelişme olduğunu düşünüyorum. Çünkü zulmeden bir patron var ise eğer, patron işçilerini ezerken sen Alevisin, sen Sunnisin, sen Türksün, sen Kürtsün diye bakmıyor; hepsine top yekûn zulmediyor. O halde mazlumlar, neden top yekûn bu zalim olan patronun ya da sistemin karşısına çıkmasın?! O yüzden bu 1 Mayıs beni çok heyecanlandırdı. Çünkü kapitalist sistemin insana ettiği zulumler sadece sosyalistlerin ya da liberallerin derdi olamaz. Ayet-i kerime “Anne babanızın aleyhine dahi olsa adaleti ayakta tutun” diyorsa ise, her şeyden önce adaleti sağlamak, hak ve özgürlükler adına savaşmak konusunda en başta Müslümanlar sorumlular. Bence bu  1 Mayıs’taki gibi örnekleri çoğaltmamız lazım.

Kadınlara ve başörtüsü mevzusuna geçmek istiyorum şimdi. Ben kendi adıma, Cumhuriyet tarihinde en büyük hak ve özgürlük arama çabası ve en önemli kadın hareketi olarak başörtüsü mücadelesini görüyorum. Cumhuriyet’in tektipleştirme projesinin bir uzantısı olarak, başörtülü kadınlar da ötekileştirme kültüründen nasiplerini fazlasıyla aldılar.

Evet, Cumhuriyet’in belirlediği ideal bir kadın tipolojisi vardı: Başı açık, tayyörlü, fazla feminen olmayan, hanım hanımcık, yeri geldiğinde konuşan ve haddi kadar konuşan bir kadın tipi. Ne demek istediğim Nezihe Muhit’in hayat hikayesine bakılarak daha net anlaşılabilir. Cumhuriyet Halk Fırkası’nı kurmak istedi diye nasıl dışlandığını ve en sonunda nasıl aklını kaçırarak vefat ettiğini, yani hakkını arayan kadına Cumhuriyet’in nasıl davrandığını sırf onun hayat hikayesine bakarak bile anlamlandırabiliriz. Bu bağlamda başörtüsü mücadelesinin kendisini salt bir kadın hareketi olarak yorumlayamayız bence, ama şöyle dersek olur “başörtüsü aynı zamanda bir kadın sorunudur” çünkü sadece kadınlara uygulanmakta olunan bir yasaktır. Büyük bir mücadele verildi, veriliyor bu konuda ama bu süreçte kadınlar fazlasıyla yalnızlaştırıldılar. Sadece bir örnek vereyim: İstanbul Üniversitesi’nde başörtüsü yasağı ilk başta başörtüsü-sakal ve küpe yasağı olarak başladı. Bu duruma karşı duruşu sergilemek adına yapılan protestolara Müslüman erkekler de katıldı, devrimci erkekler de kızlar da katıldı, başörtülüler de katıldı. Ama 1 ay sonra yasak sadece başörtüsüne indirgendi ve meydanlarda sadece başörtülü kadınlar kaldı. Bu örnek bile tek başına bize çok şey anlatıyor aslında. Günümüze geldiğimizde de biz “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” diye bir kampanya yürüttük biliyorsunuz. Başımıza gelmeyen kalmadı, bize takılmayan sıfat, atılmayan iftira kalmadı. Bazı değerleri savunduğunu bildiğimiz medyada yer bile verilmedi, verildiyse de hakaretamiz söylemler ve iftiralar eşliğinde yer verildi. Tüm bunları göz önüne aldığımızda başörtülü kadınlar büyük bir mücadelenin içinde yer alıyorlar ancak şu anda çoğunluğu kenara çekilmiş durumda. Mücadeleyi omuzlamak isteyen çok küçük bir grup devam ettiriyor bunu. . Kendinde olanı düzeltmeyen", yasağı içselleştirerek kanıksayan mağdurların, yasağın kendisinden daha tehlikeli olacağını düşünüyorum.

Maalesef ötekileştirme o kadar tehlikeli bir kültür ki, bir süre sonra kendi içinizden de ötekiler üretmeye yöneltebiliyor insanları. Siz de, kendi derdine derman bulabilmek için önce kişinin kendi derdine sahip çıkması gerektiği düsturundan hareketle bir yazı yazmıştınız ve bu yazı birilerinin harekete geçmesi ve dertlerine sahip çıkması adına çok etkili olmuştu.

Evet ben “Üniversitede Sivil Direniş Rehberi” diye bir yazı yazmıştım Taraf’ta. Bundan sonra üniversite öğrencisi bir iki kız, direniş göstermeye karar verdi. Benimle irtibat kurdular, ben onlara hukuki danışmanlık yapacak bir iki irtibat verdim, adım adım takip ettik bu süreci. İşte bu direnişi gösteren bir kaç kızın sayesinde bu yasaklar büyük ölçüde aşıldı üniversitelerde. İsim de verebilirim hatta Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, Trakya Üniversitesi’nde durum bu şekilde oldu. Ancak bu kızlar direnirken, yanlarındaki başörtülü arkadaşlarından “ne yapıyorsunuz, başınız belaya sokacaksınız” tarzında tepkiler aldılar. O yasağın kanıksanmışlığı, öğrenilmiş çaresizlik durumu; o kadar içlerine sirayet etmiş ki herhangi bir direniş biçiminin kendisinin görülmesine bile tahammül edilemez olmuş.  Ben şunu gördüm ki, ne kadar sayıca az olursa olunsun nitelikli bir ses çıkıyorsa kazanılabilecek bir savaştan bahsediyoruz. Ama o sesi verebilmenin bile cesareti epey kırılmış vaziyette.

İşin en üzücü yanı, muhafazakar olarak nitelendirilen çevrelerden gelen olumsuz tepkiler olsa gerek? Özellikle “Başörtülü Aday Yoksa Oy da Yok” kampanyasına karşı yürütülen görmezden gelme ya da hakaret etme yarışı –üstelik mütedeyyin olarak bildiğimiz erkekler tarafından bu tavırların benimsenmesi-  can yakıcı bir tablo sergiledi bence…

Bunun üzerine ben “Üstü Kalsın” diye bir yazı yazdım. Verecekleri destek buysa bu kadarsa, erkeğin kadına karşı veli, savunan, dost, kadınla dayanışan, ona destek olan erkek pozisyonundan anladıkları buysa, örneğin “aman ne var yani bu mecliste de başörtülü kadın vekil olmayıversin”  diyebiliyorlarsa hakikaten üstü kalsın. Kendilerinin "veli" (yardımcı, dost, koruyucu, destekçi, kardeş ve savunucu) olmaktan anladığı buysa, "İstemez, üstü kalsın" demek de kaçınılmaz oluyor.

Bence başörtüsü yasakları bağlamında, bu yasak hayatın her alanından tamamen kalktığında bile; bütün bu yaşadıklarımızın oluşturduğu ruh halinin kendisi tek başına bize bir ders olarak yeterlidir diye düşünüyorum.

Toplumda kadının başörtülü olarak varlığının altını çizmeye ve yaptırım gücü mevcut bir kadın yaratma gayretinde olan kadınlar, erkek egemen toplumun/siyasetin kadına reva gördüğü baskıyı, geri itmeyi ve bu mücadeledeki en çok sözü söyleme hakkını; erkeklerin hakimiyet alanından çıkarmayı düşünüyorlar mı ya da düşünmeliler mi?

Ben bunun sadece kadınlara ait bir mücadele olduğunu düşünmüyorum. Kadın-erkek her Müslümanın üzerine farz olan bir mücadele bu. Ahkam kesen, bu dertle yeterince dertlenmeyen erkeklerin olduğu ve ne yazık ki çoğunlukta olduğu aşikar. Ama bu dertle dertlenenler de var ve bu benim için çok kıymetli. Bu mücadeleyi kadın-erkek diye ya da başka şekillerde kimlik kategorilerine ayırmayalım. Gerçekten elini taşın altına sokabilecek herkese bu mücadelenin kapıları sonuna kadar açık olmalı bence. Erkekler aradan çıksın, onlar sussun bu meseleyi kadınlar halletsin denilmesi bana yasağı sürdürmenin ayrı bir argümanı gibi geliyor, bu bir oyalama mekanizmasıdır. Bu yasağın bir zulum olduğu çok nettir ve zulum ortadan kalkana kadar bu zulmün ortadan kaldırılması dışında konuşacak başka bir şeyimiz yoktur.

Kimlik söylemi üzerine başladığımız söyleşimizi yine kimlik ile alakalı bir soru ile bitirmek istiyorum. İslamcı feminist yazar olarak tanımlandığınız da oldu sizin. Bu etiketlemeyi kabul ediyor musunuz?

Türkiye’de şöyle genel bir algı var: Bir kadın eğer kendi özgün kelimeleri ile konuşmayı, hareket etmeyi, var olmayı tercih ediyorsa o kadın feministtir diye düşünülüyor.  Evet ben de Taraf’ta ilk yazı yazmaya başladığımda feminist olarak lanse edildim. Bu algıyı, siyasi ve toplumsal açıdan kadınların kendi başlarına birer özne olarak var olmalarını sindirememiş olmaya bağlıyorum. Ben kendimi kesinlikle herhangi bir seküler ideoloji ile tanımlamıyorum. Milliyetçiliğe mesafem ne kadarsa, feminizme de mesafem o kadardır; sosyalizme mesafem ne kadarsa liberalizme mesafem de o kadardır. Feminist Müslüman gibi tanımlamaların da aslında İslam’ın içini boşalttığını düşünüyorum. Çünkü İslam başka bir ideoloji tarafından tanımlanacak ya da beslenecek boş bir gösterge değildir.  İslam’ın kendine has bir ontolojisi ve aksiyolojisi var; bunlardan azade bir biçimde herhangi bir seküler ideolojiyle desteklenemez.  Hangi ideolojiye angaje isen sen o sun. O yüzden ben yalnızca Müslümanım, Allah bizim kimlik tanımlamamızı en güzel şekilde yapmış zaten.

Bu haber toplam 15201 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.