1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Yankı YAZGAN

  3. BUNCA YIL SONRA FREUD
Prof. Dr. Yankı YAZGAN

Prof. Dr. Yankı YAZGAN

Akşam & BİRGÜN
Yazarın Tüm Yazıları >

BUNCA YIL SONRA FREUD

A+A-

Freud, insan davranışıyla bilinçdışı arasındaki ilişkiyi bir formüle döktü. Formül, hâlâ rakipsiz. Ama bir yandan da özellikle, nörobiyoloji yönünden esen rüzgârların sarsalayıp durduğu bir formül...

Büyük hakikat, karşıtı da bir büyük

hakikat olan bir hakikattır.

Thomas Mann

Freud’dan kalanlar. Freud, iç tutarlılığı yüksek bir teori kurdu; psikanaliz zamana dayanıklılığını biraz da buna borçlu... Bir anlama yöntemi ve iç dünyayı tanıma aracı olarak güçlü bir araç olan psikanalizin tedavi edici bir yöntem olduğunu pek düşünmüyorum. Hem bir yöntemin tedavi ediciliği için gereken bilimsel ölçütlere uydurulamıyor; hem de, bu alanın günümüzde önde gelen isimlerinden Darian Leader"ın aktarırsam, psikanalizin bu tür bir nesnellik kazanma gayesi yok. İlaçlar ya da bazı güncel terapiler için uygulanan bilimsel ölçütlere psikanalizi uydurmaya çalışmak belki beyhude; diğer yandan, Freud"un özgün düşünce altyapısını da döneminde belirlemiş olan beyin araştırmaları ve düşünce bilimleri alanlarında o günden bu yana gerçekleşen gelişmeler psikanalize yeni açılımlar getirebilir mi, o da uzunca tartışılabilecek bir konu. (BirGün’de geçen hafta konuyla ilgili bir haber hazırlayan Tacim Açık’ın sorusuna yanıt). Aynı konuda yaklaşık 18 yıl önce yazdığım bir yazı ile meseleyi biraz daha irdeleyeyim.          

Freud neler demişti ? Dediklerinden bugüne neler kalmıştı ? Kitap için bunları toparlamaya giriştiğimde, kesinlikle olmayacak bir işe kalkıştığımı açıkça gördüm. Tarihten tutun, edebiyat eleştirisine değin uzanan geniş bir alanı etkileyen bir tıp dalı olan psikiyatri içerisinde üretilmiş bir düşünceyi özetlemek?.. Of, gerçekten olacak iş değil. Belki, bir çerçeve çizmek denenebilir. Sağı, solu, tepesi ve altı açık bir ‘çerçeve’!      

Psikanalizin dünyaya geldiği Viyana, teoriyi oluşturduğu toplumsal bağlamla bize bir şeyler ifade edilebilir. Bir yanda burjuvazinin görünüşte püriten, ahlakçı hayatı, diğer yanda fuhuşun, zührevi hastalıkların sokaktaki egemenliği. Hiyerarşik yapının sarsıla sarsıla varolmaya çalıştığı imparatorluk düzeni, endüstrileşme ile uyum sağlamaya çalıyor. Yahudilerin nüfus olarak en yoğun ve entelektüel üretim olarak en aktif oldukları Avrupa kenti. Jugendstil resminden, atonal müziğe uzanan aykırı yaratıcılıklara beşiklik eden Viyana’yı (ve Avusturya’yı) Prusya’yla kıyaslayan dönemin mizahçılarından Kraus, Prusya’yı, herkesin hareket etmekte özür, ancak ağızlarının tıkalı olduğu bir ülkeye benzetirken Avusturya’yı, bağırıp çağırmanın serbest olduğu bir tecrit hücresi diye niteler.           

Özellikle, Viyana’da cinsel hayattaki ikiyüzlülük, kadınların cinsel kısıtlanmışlıkları, çok yaygın cinsel cehalet, ‘her şeyi cinsellikle açıklayan ‘Freud’un hemşehrilerinin gerginliklerinin bir yüzünü oluşturur.       

Dönemin yüksek teknolojisi, ancak basit mikroskop düzeyinde yapısal değişikliklere ve aynı ‘makrolukta’ fizyolojik değişikliklere ulaşabilmekte, yaşantıların biyolojisine pek de ışık tutamamaktadır.         

Freud’un, Darwin’den, Einstein’dan ve termodinamikçilerden pek çok görüşü ödünç almasında, dönemin bu koşulları da rol oynamış olsa gerek.     

Bir araştırmacıydı. Freud, neredeyse yüzyıl kadar önce insan davranışını açıklama girişimlerinde bulunduğunda, bir nörofizyoloji araştırmacısıydı. Dönemin seçkin nöroloğu ( o dönemde nöroloji ve psikiyatri ayrımı henüz yoktu, bizim asabiyeciler gibi daha genel bir bakış açısıyla problemlerle uğraşma egemen yaklaşımdı) Charcot’nun yanına gittiğinde, ‘ileride’ psikiyatriyle uğraşmak gibi bir niyete sahip olmadığı rivayet edilir. Charcot, histerik olarak tanımlanan, numara yaptığını söylenen hastalarla uğraşırken hipnotik telkin yöntemi kullanırdı. Bu sayede, ruhsal belirtiler gösteren hastaların bu belirtilerinin, bilinçdışına yerleşik, geçmiş duygusal yaşantılarla bağlantılı olduğunu fark eden Freud, insan davranışıyla bilinçdışı arasındaki ilişkiyi bir formüle döktü. Formül, hâlâ rakipsiz. Ama bir yandan da özellikle, nörobiyoloji yönünden esen rüzgârların sarsalayıp durduğu bir formül...       

Freud’u sarsan, ama yerle bir etmeyen, nörobiyoloji rüzgarı (rüzgâr ne kelime, fırtına !) Freud’un teorilerinin yerini tutacak bir yapıya yol açacak mı?  İnsan davranışını ve iç dünyasını açıklamaya yönelik bu yaklaşımların birbirlerinin yerini alabileceklerini düşünmek, bana indirgemeci bir görüş gibi geliyor. Zira, aynı fenomeni farklı yöntemlerle ve farklı yönlerinden incelemeleri bir yana, açıklayış tarzlarında zaman zaman örtüşmeler oluyor.      

Bir davranış nörolojisi uzmanı olan M.-M. Mesulam’a göre, ortada bir mektup ya da mesaj varsa, nörobiyoloji bu mesajın yazıldığı mürekkebin türü, yapısı hakkında oldukça ayrıntılı bilgi verirken, psikanaliz yazılan mesajın içeriğini çözümler ve açıklar.

Kaldı ki, bu iki yaklaşımın tamamlayıcılığını nörobiyolojinin henüz yeterince ‘ince’ bir düzeye ulaşmamış olmasına da bağlayamayız. Diyelim ki, ‘seviyorum’ ve ‘sevmiyorum’ ifadeleri beyinde aynı miktarda enerjinin, aynı hücre grubunda tüketilmesi şeklinde bir nörobiyolojik ‘tezahür’ gösteriyorlar.   

Her iki ifade için daha özgül moleküler biyolojik açıklamalar şu anda spekülatif, ama bir süre sonra bu açıklamaların kesin varlığı ne değiştirebilir ?           

‘Seviyorum’ ve ‘sevmiyorum’un önünde, arkasında taşıdığı bir sürü yaşantının (bilinçdışı ya da bilinçli), boyutları bağımsız varlıklarını sürdürecekler. Toplumsal düzlemdeki anlamlar ve düzenlemeler de kendi geçerliliklerini koruyacaklar. Psikolojik ya da toplumsal düzlemde  cereyan eden olaya karşılık gelen biyoloik sürecin, bireye özgül olması ise pek beklenmiyor.           

Kimi düşünürler biyolojik düzlemin öncelikli ve gerekli olan bir dış çember olduğunu ama bireye özgül açıklamaya giderken bu dış çemberden yola çıkarak giderek çapları daralan toplumsal ve psikolojik iç çemberlerde tekil bireye ulaşabileceğimizi savunuyorlar.   

Sonunda uygulama için bir teori oluşturdu. Akla yakın gözüken bu düşünce tarzı, Freud ve aynı ‘aileden’ teoriler için nörobiyolojinin gerçek bir tehdit oluşturmamasını açıklıyor. İki karşıt  uç gibi gösterilen yaklaşımların, tamamlayıcı ve ekleyici olarak düşünülmesi, hayatla daha uyumlu gözüküyor. Freud’un ayakta kalabilmesi bu açıdan hayret uyandırıcı değil.    

Ama pratik uygulamalarda, iki yaklaşımın birbirini dıştalaması sık görülüyor. Örneğin, Amerikalı psikiyatri asistanlarının pek çoğunun psikoterapi eğitimi almaktan uzak durdukları, klinik uygulamada psikanalitik teoriye pek yer vermedikleri sıkça duyulan bir yakınma.   

Her ne kadar, bir süre sonra dengelenmesi beklenen bir aşırı uca savrulma olarak yorumlanıyorsa da, bu yaklaşımın içerisinde belirdiği bağlam, yüksek teknoloji egemenliğindeki bir tıp ve pragmatik, kısa vadeli çözümleri destekleyen hızlı bir hayat tarzı. Tabii, buna uygun mali destek (sigorta gibi) düzenlemeleri...(yazıyı revize ettiğim neredeyse, 20 yıl sonrasında, aynı gerekçeler geçerli. Yazının girişindeki nota bakınız).          

Freud, bilinç ile ruhun eşdeğer olmadığı varsayımını ilk ortaya atan değildi. Ancak, bilinçdışı ile insan  davranışı arasındaki ilişkiyi hastalık belirtilerinden yola çıkarak arayan psikanalitik yöntem ve düşünceyi geliştiren oydu. Hekimlerin, sağlıklı bedenin işleyişi hakkındaki pek çok veriyi, hastalıklı bedenden kalkarak elde ettiklerini düşünürsek, Freud’un da kişiyi nevrotik belirtilerden yola çıkarak tanımlamaya ve açıklamaya çalışması hekimliğiyle pek uyumlu gözükür.

Ruhsal otopsi ? Yüzyıl kadar önce, tıpta, gün patolojinin (ölümler ve otopsi ile hastalıkların ne mekanizmalarının ve nedenlerinin araştırıldığı bilim dalı)günüydü. Pek çok hastalığa işaret eden organ ve doku değişiklikleri tek tek bulunuyor, hastalık etkenleri ortaya çıkarılıyordu. Ruhsal hastalıklarla uğraşmaya ‘cüret eden’ hekimler, patolojinin sağladığı olanaklardan meslektaşları ölçüsünde yararlanamadılar. Düşüncelerin ve duyguların oluşumunu, anatomi ve fizyolojiden yola çıkarak açıklamak mümkün olmadı.     

O dönemde patolojinin işgal ettiği yerin bir benzerine de bugün, görüntüleme tekniklerine dayanan radyoloji, nükleer tıp gibi dallar oturuyor. Şimdi onlar çok moda, pek çok bilinmeyeni açıklığa kavuşturuyorlar. İnsan davranışına da epey ışık tutacağa benziyorlar.     

Ne var ki, Freud’u doyurmayan biyolojik veriler onu psikanalitik teoriye yönelttiği gibi, psikiyatrları da bu tür ışık kaynaklarına epeyce soğuk bakmaya itti. Onun gözde bilimi fizik, bilhassa termodinamik ve mekanik oldu. Kapalı sistemleri esas alan; korunan, dönüşen enerjilerle uğraşan on dokuzuncu yüzyıl sonu termodinamiği, Freud’un psişik enerji kavramına kaynaklık eder.           

Fizikten insan ruhuna. İnsanın ruhsal ‘aygıt’ını adeta bir buhar kazanı gibi düşünen Freud,  var olan cinsel enerjinin çeşitli biçimlerde boşaltılmasının (dolayısıyla da kazanın patlamadan işlemesinin) davranışın temelinde yatan eğilim olduğunu önerir. Enerji niye cinsel? (“Freud her şeyi cinsellikle açıklıyor” ya, ondan!)    

Hastalarda gördüğü belirtilerin ardını arkasını araştırdığında, çocukluk yıllarındaki cinsel hayatı bulan Freud, enerjinin kaynağının doğuştan gelen, biyolojik bir cinsel dürtü olduğunu kabul eder.       

Daha sonraları cinsel dürtüye, saldırganlık dürtüsünü de ekler. Ama temel yaklaşım, çeşitli revizyonlara rağmen varlığını muhafaza eder: Fazlalık enerji, bir şekilde sübaplardan dışarı verilmelidir.        

Sağlıklı bireylerde, dışarı verme işlemi topluma faydalı biçimlerde yapılır. Hasta bireyler ise, fazla enerjilerini bu şekilde veremediklerinden, düşünce ya da davranış düzeyinde kabul edilemez, işe yaramaz belirtiler üretirler. Bu çok mekanik gözüken yaklaşımı Freud’un da pek ideal bulduğu söylenemez. Yirminci yüzyılda bir kenara atılmış bir mekanik anlayışına dayanmasını bir yana bırakalım. İnsan davranışını fizik ile anlamak ne ölçüde mümkün?

Metaforu ne kadar ciddiye almalıyız? Ama Freud’un başka çaresi yoktu. Ve bizi uyarmıştı ! Kendi dürtü teorisini  mitoloji ya metapsikoloji diye adlandırması, psikanalizi ne ölçüde bir dogma olarak kabul ettiği hakkında bir fikir verebilir.           

Gelişim aşamaları sırasında olan bitenin insanın gelecekteki hayatını nasıl ve hangi yoldan etkilediğini araştırmak ilk kez Freud’un aklına gelmedi herhalde. Ama, bu konudaki en kapsamlı ve sistematik düşünce tarzını ortaya attığını, en ateşli karşıtları bile yadsımıyorlar.     

Üstelik, teorisini oldukça sık gözden geçirdiği bilinen Freud, her evrede önemli değişiklikler yapmaktan çekinmiş birisi değildi. 1897’de psikanalitik keşiflerine başladığında, bir terapi yöntemi bulmak gibi bir yüce amaç dile getirmiyor; sadece, Descartes’tan o (ve bu) yana süren ‘akıl eşittir ruh eşittir bilinç’ önermesinin alternatiflerini arıyordu. Rüyalara ve gündelik hayatın ayrıntılarına daldığında hastalarından öğrendiği bir dili kullanmayı denedi. Birincil süreç adı verilen bu dilin şifresini çözdüğünde, bilinçdışına girmeyi de başarıyordu.

Birincil süreç, bireyin ‘iradi’ denetiminde olmayan, bildiğimiz çıkarsama kurallarına uymayan, zaman ve uzaydan bağımsız, başına buyruk bir dildi. Hastaların saf, katkısız bir tarzda konuştukları ve hepimizin gündelik dilinde birincil süreç aksanının kendini hissettirdiği Freud’un başlıca tezlerinden biriydi. Dil sürçmeleri de en klasik örneklerdendi. Rüyalar ise birincil sürecin alt yazısız oynadığı, alt yazıya pek gerek de duyulmayan filmler !

Freud bu dilin şifresini, hiyeroglif okuyan bir Mısır uzmanı gibi çözdü. Bugün onun eserlerine baktığımızda, bir iletişim teorisi görebiliyorsak, birincil süreç hipotezi ve doğurgularının rolünü de vurgulamamız gerekiyor.

Bilimsel bir psikoloji için taslak. Freud’un düşüncelerine yapmaya çalıştığım dört tarafı açık çerçeveyi öylece ortaya bırakmadan, birkaç noktayı daha belirtmem iyi olur. 1895’te yayımlanan ve kısaca taslak diye anılan, (Bilimsel Bir Psikoloji İçin Taslak’ başlığıyla İngilizce’de yayımlanmıştı) kitapçığında beyin işlevleri ile ruhsal dünyayı ve yaşantıları birleştirme yönünde, nörobiyolog yanı ağır basan bir girişimde bulunur. Ama, yaşadığı dönemde çok üstünde durulmayan bu girişimi bir süre sonra bilinçdışının keşfi ve ardından gelenlerle kendisi de unutmuş gözükür.

Oysa, Freud’u bunca yıl sonra günümüzde (dinamik olmasa da) ayakta bırakan bakış tarzının ilk işaretini o kitapçıkta görmek mümkün. İzleyicilerinin düşüncesine yaptığı katkı, ekleme ve değişikliklere burada değinmek haksızlık olur.

Ama, hayatın ilk yıllarına verdiği önemin son yıllardaki araştırmalarda büyük ölçüde desteklendiğini; diğer yandan aynı araştırmaların Freud’un o ilk yıllara ilişkin gözlemlerinden çok farklı sonuçlara vardığını belirtmeden geçmek de bir başka haksızlık olacak.

Şu nörobiyoloji çağında Freud ve izleyicilerinin (sadık bendeleri’ni kastetmiyorum) varlıklarını sürdürebilmelerini “şunlar doğruydu, bunlar yanlıştı” diyerek anlamak, sanırım, mümkün değil. Yaptıkları, bir biyolojik çerçevenin içinde söylenenleri, yazılanları okumak. Dolayısıyla, çerçeveyi her yanıyla, molekül mülekül tanımamız, yazılanların anlamını hiçbir zaman değiştirmeyecek.

Cinsel gelişimi ve bireyin uzamış bağımlılığını (hayatın başındaki umarsızlıkla çevre arasındaki karşıtlık kast ediliyor) insan kaderinin biyolojik  belirleyicileri olarak gören Freud, sembollerle kendini gösteren bu belirleyicileri bir dil haline dönüştürdüğünde bu dilin ‘nörobiyolojik harfleri, mürekkepleri’ olduğunu pekala biliyordu. Ama, sınırsız çerçevelerin içini okuma tutkusu, harfler net olmasa da anlamı bulma konusunda elimize bir “ilk kılavuz” tutuşturmasına yetti. Bunca yıl sonra, elimizde bir tek bu kalsa da… Baksanıza, sınırsız çerçeveli yazılarda Freud’u anlatmaya yelteniyoruz.

Meraklı okura not: ‘ 50 yıl sonra Freud’ yazısı Cumhuriyet Bilim-Teknik’te 1990 Şubatında bir dosya olarak yayımlanmıştı. Aldığı tepkilerin bir bölümü, Freud’un yeterince ve uzman bir kişi elinden anlatılmaması nedeniyle, yanlış ve olumsuz tanıtıldığı şeklindeydi. Doğrusu, bu yazıda Freud yeterince tanıtılamazdı zaten. Amacım, Freud’un düşüncesini ya da yaptıklarını özetlemekten çok, ona bugünden baktığımda neler görebildiğimi anlatmaktan ibaretti. Yazarın görüş açısıyla sınırlı makalelerden daha ne beklenebilir ? (Bu yazıdaki bugün 1990’ın bugünü, bu cümleyi yazdığım bugün ise 2008’in bugünü). Meraklı okurlarım, konuya ilişkin diğer yazıları kitaplarımda ve www.yankiyazgan.com ’da okuyabilirsiniz.

Bu yazı toplam 13260 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum