1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Spor Sosyolojisi Nedir?

Spor Sosyolojisi Nedir?

Ahmet Talimciler, Ege Üniversitesi’nde, Türkiye’nin ilk ve tek ‘spor sosyolojisi’ dersini veriyor.

A+A-

Talimciler, geçtiğimiz yıllarda “Türkiye’de Futbol Fanatizmi ve Medya İlişkisi” kitabıyla, futbol medyasının dilinin çarpıcılığını tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Yeni kitabı ‘Sporun Sosyolojisi-Sosyolojinin Sporu’ için söylenecek söz, bunun sadece bir ders kitabı olamayacağı. Zira dünyadaki, özellikle de Türkiye’deki spor  gerçeğini anlamak için, büyük emek harcanmış bir haritayı önümüze koyuyor.

-İsterseniz, gündemde olan Sporda Şiddet Yasası ile başlayalım. “Bir yasayı ‘Şiddet Yasası’ diye ifade etmenin kendisi, çözüme engeldir!” diyorsunuz. Neden?

‘Şiddet Yasası’ diyerek yine etiketliyorsunuz! Kullanılan dilde ve yasanın ortaya çıkışında büyük sakatlıklar var. Ne yazık ki o yasa, Türkiye’nin ihtiyacı olduğu için değil, birileri istediği için çıktı! Kanaat önderi ve medyada önde gelen insanlar, böyle istediği için çıktı! Devletteki kafa karışıklığı devam ediyor. Birtakım insanlar bir şeyler söylediğinde, mutlak doğru gibi algılanıyor. Onların kimler olduğunu biliyoruz! Maça giden 10 yaşındaki çocuk küfrettiği için kızıyoruz; ama toplumsal yaşamın her alanında küfrediliyorsa, ‘Maçta niye küfrediliyor?’ diyemezsiniz!

-Türkiye’de spora yönelik sosyolojik araştırmalar neden bu kadar az?

Sosyologların bu tip olgulara bakışıyla bağlantılı. Hâlâ ‘Ne gereği var bunu incelemenin! 22 adam bir topun peşinde koşuyor işte!’ gibi bir bakış açısı egemen. Sonrasında da sosyoloji yapmak için illa büyük kuramların peşinden gitmek anlayışıyla hareket ediyorlar. Böyle olduğu için de aile, kent, din, sivil toplum alanında bir yığın çalışma varken; Türkiye’deki sosyolojiyi anlayabileceğimiz mikro çalışmalar yapılmıyor. Mesela, sahalardaki şiddetten konuşuyoruz… Şiddetin, sadece futboldan kaynaklanmadığını, toplumsal yaşantımızdaki şiddetin yansıması olduğunu kaçırdığımız için, çözüm önerileri de hep havada kalıyor. Bu anlamda sosyal bilimcilerin silkinmesi gerekiyor. Geçenlerde Avusturyalı sosyolog Roland Girtler’in ‘Terbiyesizliğin Teorisi’ isimli kitabını okudum. ‘Balkon sosyologları’ denilen bir kısım var. Orada söylediği gibi, oturduğunuz yerden toplumu inceleyebilirsiniz; ama sahaya inmediğiniz sürece söyledikleriniz hep havada kalır! 

-Spor sosyolojisi bakir bir alan ve bu alana yönelik ders veren tek akademisyen siz misiniz?

Bildiğim kadarıyla Türkiye’de ‘spor sosyolojisi’ dersi sadece Ege Üniversitesi’nde veriliyor. Bunu da ben veriyorum.

-Bu dersi alan öğrencilerin izlenimleri nasıl?

2. sınıfta bu dersi alıyorlar. 3. sınıfta almaları bana göre çok daha iyi olurdu aslında. Öğrenciler açısından çok ilginç bir deneyim oluyor. İlk derste, boş bir kâğıt dağıtıp “Spor nedir? Sporcu kimdir? Beden eğitimi dersleri ve hocalarınızla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Millî bayramlarla, katıldığınız törenlerle alakalı düşünceleriniz nedir?” diye dört soru soruyorum. Çok ilginç şeyler çıkıyor. Onları derleyip yılın ortalarına doğru öğrencilerin algılarını, aslında o algıların bize sıradan insanların spora, sporcuya bakış açılarını ortaya koyduğunu gösteriyorum.

Farkında olmadan, sporu farklı biçimde tarif ediyorlar. Beden eğitimi hocalarıyla ilgili algıları iyiyse, törenlerle ve sporla ilgileri iyi bir yönde gidiyor. Ya da tam tersine…

Millî bayramlardaki törenlerle ilişkileri, okulla ilişkileri kesildiği anda bitiyor. Ta ki kendi çocukları büyüyüp törenlere katıldığı ana kadar! Farkında olmadan Cumhuriyet, böylesi bir alanı tamamıyla bomboş bırakmış vaziyette. Törenleri insanlara öyle veriyorsunuz ki hiçbir şekilde benimsenmiş değil! İnsanlar bunu sadece bir görev olarak yapıyorlar. Kendi Cumhuriyet algınızı kitlelere benimsetmek istiyorsanız, bunlar çok önemli gösteriler.

-1929 dünya ekonomik krizi ve hemen ardından devletçi politikalara eğilimle birlikte, gençliğin yetiştirilmesinin anahtarı olarak spor benimseniyor. Türkiye’de de bu amaçla ortaya çıkan ‘beden terbiyesi’, ‘Kemalizmin biyopolitikası’ hâline geliyor…

Yiğit Akın söylüyor bunu. Çok doğru.

-Bu ‘biyopolitika’ nerede iflas etti?

Dönemin şartları içinde ‘biyopolitika’yı uygulayabiliyorsunuz. Biraz daha geçmişe giderseniz, spor tüm dünyada bedenin disipline edilmesi olarak, askerî okullarda ve ‘jimnastik’ biçiminde devreye giriyor. Osmanlı’da da... 1930’ların ortasında, spor devlete, yani valiliğe bağlanıyor (ildeki en yüksek organ). Hatta İzmir Valisi, bütün İzmir kulüplerini zorla birleştiriyor. Yine 1936 Olimpiyatları’nda, bir tarafta olimpiyat arması, onun altında ise CHP’nin altı oklu amblemi vardır. Spor ve ideolojinin bu kadar iç içe olduğu bir alanı, biz ideolojiden muaf bir alan olarak göstermeye çalışıyoruz. Cumhuriyet dönemi politikalarının ardından hemen beden terbiyesi uygulamalarına bakıyorsun; ilk genel müdür, emekli bir general. Herkesin hangi kıyafetleri giyeceği belirlenmiş; devlet eliyle herkesin spor yapmaya zorlanması söz konusu ki bu da dünyada bir ilk. Ama 2. Dünya Savaşı sonrası, Türkiye’nin Batı’ya kayması, spora da yansıyor. Amatörlükten profesyonelliğe geçişte o yapı farklı yönlere savrulmaya başlıyor.

-O dönem, Kemalist rejimin ve Doğu Bloku ülkelerinin spor politikalarının benzerliği de dikkat çekiyor. Ya da aralarındaki fark ne?

Sadece Sovyetler Birliği değil, bizim örnek aldığımız ülkeler İtalya ve Almanya. Almanya’dan spor bilimci Carl Diem getirilerek rapor hazırlatılıyor. Sporun devlete bağlanması, Beden Terbiyesi’nin kurulması beraberinde geliyor. Nazi Almanya’sında, Mussolini İtalya’sında ve Sovyetler’deki gençliğin militarizasyonu uygulamaları, bizde de hayata geçiriliyor. Farklılık ne? Bir Fransız gazetesinin yazdığı gibi, dünyada ilk kez devlet eliyle, herkesin spor yapması zorunlu hâle getiriliyor.

-Neden başarı yok?

Olimpiyatlarda en başarılı olunan alan güreş ve güreşin de bu sistematizasyonla pek alakası yok! Ve güreşçilerin birçoğu usta-çırak ilişkisiyle, taşradan çıkıyor.

Türkiye’de devletin bir spor politikası aslında yok! Spor örgütlenmesindeki gelgitler hep devam etmiş. Rejim, spor üzerinden kendini kitlelere başarılı olarak gösterme imkânına sahip. Berlin Duvarı yıkılıncaya kadar olimpiyatlar, kapitalist ve sosyalist düzenin çarpıştığı alanlardır. Elde edilen madalyalar ‘bizim’, ‘onların’ diye lanse edilir. Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiştir; ama özellikle Dieter Voigt, ‘Spor Sosyolojisi’nde çok iyi anlatır bunu. Bu yapı, öyle sağlam kurulmuştur ki küçük yaştan alınıp çocukların spor yapması, onlar içindeki başarılıların daha fazla çalışma içine sokulması… Devletin ve sporun birleştiği alandır orası. Böyle olduğu için de olimpiyatlar ve sporda elde edilecek başarılara özel önem atfedilir. Bizde ise yeri geldiğinde, rejimin kendini göstermesinin alanlarından biri olmuştur. Arkasından var olan ırkın güzelleştirilmesinin, dinçleştirilmesinin, ‘yavuz ve gürbüz evlatlar’ın yetiştirilmesinin alanlarından biri olmuştur. ‘Makbul sporcu’nun ardından Türkiye’de spor ne yazık ki futbol üzerinden belirlenmektedir.

-1959’da Millî Lig kuruluyor. Bu, Türk sporu için bir kırılma noktası mı?

Türkiye’de futbol, kurulduğundan beri ideolojik bir oyun aslında. Ali Sami Yen ve arkadaşları, yabancılara karşı Türklüğü temsil etmek amacıyla kuruyor G.Saray’ı. Karşıyaka’sında da, Altay’ında da, Beşiktaş’ında da, F.Bahçe’sinde de bu var! 1922’de Türkiye İdman Cemiyeti İttifakı kuruluyor. Bu ittifakla beraber aslında Türkiye’de, toplumun belirlediği spor örgütlenmesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Belli bir süre bu örgütlenme gidiyor. Devletin sporla ilişkisi üzerinden bu yapı evriliyor. Dönemin koşullarının da etkisiyle, futbol uzun süre büyük şehirlerde oynanan bir oyun. 1930’ların sonlarında İstanbul, Ankara ve İzmir’deki üç ligin bir araya getirilmesi gündeme geliyor. 1959’da Millî Lig kurularak ‘millî pazar’ın şekillenmesine aracılık ediyor. Bu bakımdan, futbol bir aşamaya sıçrıyor.

-Buna etki eden faktörler neler?

Birincisi, Türkiye’nin NATO’yla olan bağlantısı sonrasında yerinin Batı olduğunu netleştirmesi ve Avrupa’daki organizasyonlar içinde yer alması. Mesela, Dünya Kupası’na Avrupa elemeleri üzerinden gitmesi. İkincisi, Demokrat Parti ile birlikte amatörlükten profesyonelliğe geçişin ilk defa futbolda şekillenmesi. Çok büyük tartışmalar ortaya çıkıyor!

-Mesela?

Sporcular profesyonelliğe geçmişler; ama kâğıt üzerinde hâlâ amatörler. Böyle olunca, büyük bir kitle karşı çıkıyor. Profesyonelliğe geçişin sporu bitireceği gibi tezler, ileride kısmen de olsa, haklılık kazanıyor. Asıl kaynağın amatörlük olduğunu unuttuk. Amatörleri de garip bir şekilde ‘yarı-profesyonel’ konuma sıçrattık. Böylece, Batı’dakinden farklı bir yapı ortaya çıktı. Bu yapının tezahürü, bugün Futbol Federasyonu’nun sadece Süper Lig ve 1. Lig’in federasyonu olması. Amatörlük ve onun sorunlarıyla alakası olmayan bir yapı. 1950-60 döneminde Türkiye’nin hızlı ekonomik dönüşüm hamleleri, özellikle futbola yansır. DP’li çok sayıda milletvekilinin idareci olarak, futbolla ilişkili olduğu süreçler yaşanmıştır. F.Bahçeli, G.Saraylı, Beşiktaşlı yöneticilerin, DP’den milletvekili, bakan olması gibi…

-Ki Adnan Menderes de Karşıyaka’nın kalecisiydi… Türkiye’de devletin; sivil alana futbolla müdahale ettiğini söylüyorsunuz. Bu müdahale ne zaman başladı?

Millî takımın kurulması ve millî maçların yapılmasıyla başladığını söyleyebiliriz. 26 Ekim 1923’te Romanya’yla millî maç oynanıyor. Devlet, Kemalist ideolojinin yaygınlaştırılması için -başta F.Bahçe- büyük takımlara, çeşitli şehirlerde maç organize ediyor. Aynı mantık devam ediyor. 1980 sonrası çok daha sıklaşarak…

-Merkezi çevreye, yani taşraya taşıma…

Böyle olduğu için de dünyadakine benzemeyen bir taraftarlık yapısı oluştu. Dünyanın her yerinde, aynı kentteki takımın yeri ve destekleyeni bellidir. Ama Türkiye’de üç büyükler, her yerde destekleniyor. Bu üç takımın tarihi, Türkiye’deki siyasal yapının tarihiyle de birebir örtüşüyor. Güçleri de çok fazla. Özellikle 1990’lara kadar siyasiler, kulüplerin içinde hep oldular. Bugün de dirsek temasları devam ediyor. Bu kulüplerin başkanlarının güçlerinin sadece futbolda olduğunu söylemek, safdillik olur.

-Sporun apolitik bir özünün olması, onu ideolojik ve siyasi olarak kullanılabilir kılıyor. Türk futbolu da buna çok açık mı?

1980 sonrasında devlet, gençleri terörden uzaklaştırmak adına bunu yaptı. Devletin zaman içinde, valiler eliyle, Vanspor’u, Erzurumspor’u, Diyarbakırspor’u desteklediğini herkes gördü. Diyarbakır örneğindeki gibi, belki akıllarında hiç yokken, kitleleri birbirlerine karşıt hâle getiriyorsunuz. Diyarbakırspor, hiç birebir olayın tarafı olmadığı hâlde, taraf hâline sokulup gittiği her yerde ‘PKK dışarı’ sloganlarıyla karşılandı. Futbolcuları ve antrenörünün şehirle ilgisi olmadığı bir takımın üzerine öyle bir etiket geçirdiniz ki Diyarbakır’ı âdeta “PKK’nın temsilcisi” olarak kabul ettiniz. Bir yandan da Diyarbakır’ın Altay maçında yaptıklarına, ertesi hafta şike diye bas bas bağıran maçına göz yumdunuz! Son 20 yıldaki neoliberal politikaların getirisi olan ‘adam kayırma, şike’ gibi olayların topluma ilk uygulatıldığı yer, futbol sahaları oldu.

-Kitabınızın en çarpıcı yanı, ismi. ‘Sporun sosyolojisi’ içinde yöneticiler, spor adamları, sporcular var… ‘Sosyolojinin sporu’ içinde ise toplum, taraftar, medya ve spor ideolojisi… Türkiye’de ‘oyun’u oynatanın, ikinci şıkta yer aldığını görüyoruz. ‘Sosyolojinin sporu’ olmadan ‘sporun sosyolojisi’ de olmaz gibi sanki...

Kesinlikle doğru. Türkiye’de hep ‘sporun sosyolojisi’ni konuşuyor gibi yaptık. Bundan sonra daha çok ‘sosyolojinin sporu’na eğilmek gerekiyor.

-Futbol, gerçekten çok verimli bir göstergeler bütünü. O kadar çok sembol, işaret var ki! Bu anlamda da bir çözümlemeye girişilemez mi?

Dünyadaki spor sosyolojisi literatürü devasa. Biz ilk adımları atıyoruz. Batı’daki sporun anlamı da çok farklı! Gerek Doğu, gerek Batı’yı iç içe geçirmesi anlamında, Türkiye müthiş zengin! Bu yapıyı doğru anlayabilirsek, başka şeyler ortaya çıkar. Adamlar bizden önce şiddete bulaştılar, tamam; ama oradaki şiddet, bizdeki şiddetten farklı! İki holigan kavga ederken sadece yumruklarını kullanıyor. Bu da şövalye geleneğinden gelen, eşitler arasındaki bir kavga biçimi. Bize gelince, bıçak kullanmaktan başlayıp öldürmeye kadar gidiyor. Türkiye’de dört takımın taraftarı, birbirini aynı şekilde tarif ediyor. Biraz deştiğinde Çarşı farklı bir yerde duruyor. Hepsi de ona öykünüyor.

Fatih Ural

Aksiyon

Bu haber toplam 15431 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum