1. YAZARLAR

  2. Prof. Dr. Erol Göka

  3. Recep Tayyip Erdoğan’ın Liderlik Psikolojisi
Prof. Dr. Erol Göka

Prof. Dr. Erol Göka

Yeni Şafak
Yazarın Tüm Yazıları >

Recep Tayyip Erdoğan’ın Liderlik Psikolojisi

A+A-

"Nasır’ın 1970’ten beri yetim bıraktığı on milyonlarca Arap, altlarına sığınacakları ismi Tayyip Erdoğan’ın şahsında, önceki geceden itibaren buldular" denildi, Davos’taki muhteşem çıkışının ardından. "Roket atmadan, intihar saldırısına girişmeden, Arap olmadan ve hem de 72 milyonluk büyük bir ulusun, Osmanlı İmparatorluk mirasının en önemli parçası üzerinde oturan, Batı sistemi içinde yer alan, NATO üyesi, AB katılımcı üyesi büyük bir ülkenin lideri tarafından İsrail’e konulan posta bu. Görülmemiş bir şey" diye tanımlandı çıkışı.

“Ortadoğu’nun yetimlerinin Nasır’dan bu yana özlemini çektikleri lider” tanımı, Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili gerçekliğin belli bir bölümünü örtüyordu ama geriye doldurulması gereken epey bir boşluk kalıyordu. Davos’ta O’nun tüm dünyanın gözleri önünde sergilediği tutumun etkisi yalnızca Ortadoğu ile sınırlı değildi, başta İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünyada geniş bir yankı uyandırdı. Davos’tan sonra, Ortadoğu’da uzun zamandan beri çok acı çekmekte olan insanlara nefes aldıracağı, hem İsrail yönetimin saldırgan politikalarını hem İran’ın Batı ve İsrail için tehdit oluşturan çıkışlarını önce tamponlayıp, sonra dengeleyerek yatıştırabileceği üzerinde duruldu. O güne kadar İran’ın ve lideri Ahmedi Nejat’ın çıkışları, özellikle Batıda sanki İslam dünyasının temsilcisi onlarmış gibi bir etki uyandırırken, Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan artık daha öne çıkıyordu. Türkiye’nin İran’dan daha etkin bir güce, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ahmedi Nejat’tan daha yüksek bir karizmaya sahip olduğu konuşuluyordu. “Türkiye ve lideri, pekala İran’ın son zamanlarda etkisi giderek artan militan rolünü perdeleyebilir ve İslam dünyasının sözcüsü olabilir. Bu sayede Ortadoğu’daki kaynayan kazanın ateşi söndürülebilir; İslam dünyası, kendine özgü bir modernleşme ve demokratikleşme yoluna kavuşabilir,  çağdaş dünyanın bir parçası olabilir” deniyordu. İlk kez İslam dünyasının Batı için bir tehdit olmayabileceği, Recep Tayyip Erdoğan’ın gündeme getirdiği ve gerçekleştirmek için uğraştığı “medeniyetler ittifakı” projesinin kuvveden fiile doğru yol alabileceği üzerinde duruluyordu.
Recep Tayyip Erdoğan, adeta Barack Obama’nın dünyada uyandırdığı ılımlı-demokratik esintinin İslam dünyasındaki karşılığı gibi görünüyordu. Obama, savaşlardan, korku politikalarından bıkmış ABD halkına ve dayatmacılık ve despotizmden yılmış insanlığa nasıl bir umut olmuşsa, Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye’nin çağdaş ve demokratik bir İslam ülkesi olması için verdiği mücadelenin ardından şimdi İslam dünyasının umutlarını yeşertiyordu. Bu nedenle “Ortadoğu’nun yeni Nasır’ı” sıfatı onun özelliklerini ve etkisinin alanını kısıtlamak olacaktı, O’na  “İslam dünyasının Obama’sı” demek daha uygun düşüyordu.

Recep Tayyip Erdoğan ile dünya, önemli ölçüde Davos olayından sonra tanışmıştı ama ülkesinin insanları onun parlaklığının ilk ışıltılarını yıllar önce görmüşlerdi, daha doğrusu ondan yayılan ışıltının çok güçlü parlak bir cevherden geldiğini çok önceden fark etmişlerdi. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı’na aday olduğunda ulusal medyada tüm ülke, ondan yayılan parıltıyı izleme şansı bulmuştu. Bu parıltının ülke çapında fark edilmesi, O’nun önlenemez yükselişinin başlangıcıydı. Parıltı, kaynaktaki cevhere işaret edince olaylar, kitlelerin ondan yayılan aura’ya doğru koşma fırsatları olarak birbiri ardınca cereyan etti. Önce küçük bir partinin saflarındayken oluşmaya başlayan etki halesi ve hayran kitlesi giderek artıyordu. Onlar; Recep Tayyip Erdoğan ve halk, engel tanımayan iki aşık gibiydi. Olaylar ve olgular, yalnızca aşıkların birbirlerine kavuşmaları için vesileydi. O’na ve kitlelere olaylar sırasında bir arada orada bulunmak bile adeta yetiyordu: İstanbul Belediye Başkanlığı, cezaevi günleri, AKP’nin kuruluşu, birbiri ardınca gelen seçim başarıları, dünyanın onun siması ile tanışması, birçoklarınca yaşayan büyük liderler arasında gösterilmesi... Yalnızca Ahmedi Nejat ile kıyaslanmıyor; adı artık Obama, Sarkozy, Putin ile birlikte anılıyor, onlardan benzerlikleri ve farklılıkları söz konusu ediliyordu. Kurulu bir düzene yaslanmaması, devlet hizmetinden değil halkın içinden gelmesi, daha önce hep yasaklanan düşünce ve inançları temsil etmesi ve meşrulaştırması, çağdaş dünyadan geri kalmamak için uğraşması nedeniyle Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısına daha ön sıralarda yer veriliyordu.
Olaylar ve başarılar öylesine ardı ardına diziliyordu ki, birçok kimse Recep Tayyip Erdoğan’ın muvaffakiyetinde bir olağanüstülük görüyor, kendince bu olağanüstülüğü açıklamaya çalışıyordu. Kuşkuculuğu ağır basanlar, O’nun başarılarını uluslar arası ölçekte büyük bir planın bir parçası olarak değerlendirip küçültmeye çalışırken, O’ndaki olağanüstülüğü, olağanüstü vasıflarıyla açıklamaya çalışanlar, O’nu çok yüksek manevi mertebelere yerleştirenler de yok değildi. Ortada gerçekten açıklamaya muhtaç, psikolojinin de işin içine karışması gereken bir durum olduğu besbelliydi.
Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik özelliklerini, nasıl olup da hiç beklenmedik bir biçimde etki alanını dalga dalga büyüterek dünyanın önde gelen insanları arasında yer almayı başardığını anlayabilmek için sağlam bir bakış açısına ve bazı kavramların bilimsel analizine ihtiyacımız var.

Her insan topluluğunun bir lideri vardır

“Liderlik” konusu, birçok bilim dalının alanına giriyor. Bugün akademik dünyada, üzerinde anlaşma sağlanmış bir liderlik tanımı yok; her biri diğerinden farklı birçok liderlik tanımı bulunuyor. Bu tanım karışıklığına rağmen, liderlik konusunda genel kabul gören bazı noktalar da bulunuyor. Bireyin ya da grubun davranışını etkileme ve yönlendirme çabalarının liderlik olgusunun özünde yer aldığı, yani insanın grup halinde yaşadığı her yerde liderliğin olacağı kabul ediliyor. Liderliğin bir pozisyon değil, oldukça değişken bir süreç olduğu; hem kendisine hem başkalarına güç vermek anlamına geldiği konusunda da bir fikir birliği var. Politikada, ev ve iş yaşamında hatta gündelik ilişkilerde, bir arkadaşlık ilişkisinde bile liderliğin hep devrede olduğu, bazen birinin bazen de diğerinin liderlik görevini üstlendiği kabul ediliyor.
Bilimsel teoriler ve araştırmalar, bir liderin nasıl davranacağı üzerinde etkili olan, a) liderin kişisel karakteristikleri, b) lideri izleyenlerin kişisel karakteristikleri, c) grubun karakteristikleri d) örgütün yapısal karakteristikleri olmak üzere dört ana değişken olduğunu gösteriyor. Bunların her biri, liderlik işlevlerinde etkilidir. Bu faktörlerin herhangi birinde veya tamamında meydana gelecek değişmeler, liderin tavır ve davranışlarını doğal olarak etkileyecektir. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini, yükselen karizmasının nedenlerini anlayabilmek için de bu faktörlere, onların birbirleriyle ilişkilerine bakmak gerekiyor.

Her liderin yetişme tarzına, kişiliğine, içinde yaşadığı toplumsal bağlama, kültüre, kişisel yeteneklerine göre bir liderlik stili olduğu; her kültür ve her durum için geçerli, evrensel liderlik özelliklerinden bahsedilemeyeceği de kabul ediliyor. Liderin ilgilenmek zorunda olduğu grubun ve tek tek grup üyelerinin psikolojik ihtiyaçları çok farklı ve değişken olduğundan liderin, başarılı olabilmek için, hem tek tek insanlarla hem de grupla ilişkilerinde yetenek sergilemesi gerekiyor. Demek ki Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinden bahsederken onunla aynı tarihsel ve kültürel koordinatları paylaşan insanların nasıl bir lider istediklerinden bahsediyoruz. O, ülkesinde ve İslam dünyasında bir liderlik başarısı sergiliyor, karizmatik etkisini artırıyorsa, buradaki insanlarla gönül köprüleri kurabilen bir yeteneğe sahip olduğu da ortaya çıkmış oluyor.

Karizmanın öneminin kriz zamanlarında artacağı da liderlik literatüründe bilinen bir başka husustur. Kriz zamanlarında bireyler ve özellikle gruplar, ruhsal olarak adeta çocuklaşıp çocukça tepkiler verirler. Bu tepkilerden birisinin de lidere yapışırcasına bağlanmak olduğu bilinir. Grubun kriz zamanlarında dağılmasını engellemek, onları koruyup kollamak, gerçek liderliğin en önemli göstergesidir. Bu nedenle kriz zamanlarının büyük liderlere gebe olduğu konusunda bir fikir birliği vardır. Dünya krizinden bahsederken Obama’nın ortaya çıkışı bir tesadüf değildir. Türkiye ve İslam ülkeleri için çok uzun zamandır, çok-boyutlu bir krizin yaşandığı söyleniyor.

Liderlik becerilerinin ve toplumun liderden beklentisinin yaşanan zamana göre değişiklikler göstereceği de tartışmasız kabul edilen hususlardan. Yaşadığımız modern toplum, birçok bakımdan geçmiş zamanların geleneksel toplumlarından farklılık gösteriyor. Liderlik alanında da eskiye göre belirgin farklar var. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini değerlendirirken tüm bunları göz önünde bulundurmak zorundayız. Geleneksel toplumdan farklı olarak gerek iş dünyasında gerek toplumsal, kamusal ve siyasal yaşamda, organizasyonlar, belirgin biçimde varlıklarını hissettiriyor. Örgütlerin içinde bulunduğu küresel ortamda, örgütlerle birlikte liderlerden beklenen işlevler de sürekli değişiyor; yeni tanımlamalar ve tanım güçlükleri görülüyor. Bu kadar karmaşık bir toplum yapısı, liderliği yepyeni boyutlarıyla tartışmaya açmakla kalmıyor, aynı zamanda “lider” ve yönetici” kavramları arasında da bir ayrıma gidilmesini zorunlu kılıyor. Bu karmaşık süreçlerde liderliğin ve liderlerin çok önemli olduğu, herkes tarafından geçerliliği onaylanan bir durum. İnsanların çoğu, yaşam süreçlerinde daha etkili olmak istiyorlar; etki de, liderliğin bir parçası olduğu için, liderlik eğitimleri okullarda, işletmelerde ve toplumsal örgütlerde daha yaygın hale geliyor. Liderin sıradan bir yönetici olmadığı artık biliniyor. Ama bir yandan da her şeye rağmen liderin okullarda verilen eğitimle yaratılamayacağı da genel kabul görüyor.

Liderlikte başarıyı sağlayacak özellikler; karar alma süreçlerindeki zamanlama uygunluğu, konuya hakimiyet, işbilirlik ve en önemlisi de grubun ve grup üyelerinin psikolojik yapısını, durumunu ve ihtiyaçlarını sezme ve anlama yeteneğidir. Bu yeteneğin ortaya çıkmasında eğitimin katkısı çok sınırlıdır; daha ziyade yaşanan tecrübelerden, hayatın öğretmenliğinden bahsedilebilir. Liderlik esasen insanın potansiyel olarak taşıdığı bir özelliktir. Doğuştan başarılı liderlik potansiyeline sahip insanlar vardır. Hem lider doğulur hem lider olunur; ikisi de doğrudur. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik başarısı, liderliğin daha ziyade doğuştan getirilen bir özellik olduğunun kanıtı gibidir.

Son yıllarda liderlik araştırmaları, birçok farklı teorik açılımla sonuçlanmıştır. Çağdaş yaklaşımlar olarak adlandırılan bu bakış açıları, “karizmatik liderlik”, “dönüştürücü liderlik”, “etkileşimci liderlik”, “vizyon sahibi liderlik” gibi doğrudan doğruya liderin doğuştan getirdiği özelliklere gönderme yapan birçok yeni tanımı yönetim literatürüne katmıştır. Dikkatle bakıldığında, bu yeni yaklaşımların “küreselleşme” diye adlandırılan genel sürecin hem bir sonucu hem de bir parçası olduğu görülecektir. Çünkü küreselleşme, organizasyonları ulus-ötesi kılmış, bununla da kalmamış, bilişim teknolojileri sayesinde insan ilişkilerinde önceki zamanlarda asla rastlanmayan radikal değişiklikler getirmiştir. İnsan ilişkilerine, grupların oluşumuna ve grup dinamiklerine “sanal” bir boyut eklenmiştir. Artık liderler, hayatları boyunca hiç görmedikleri, seslerini duymadıkları hatta dillerini bilmedikleri grupları etkilemek, bunun için de medyatik imkanları çok iyi kullanmak durumundadırlar.

Recep Tayyip Erdoğan, günümüz dünyasında yıldızı parlayan bir lider olduğuna göre, bu O’nun liderlikle ilgili tüm bu karmaşık küresel süreçleri de başarıyla geçmiş, doğuştan liderlik özelliklerine sahip olan birisi olduğunu gösterir. Bunu nasıl başardığını anlayabilmek için biraz da karizma kavramıyla ilgilenmeliyiz.

Başarılı liderliğin sırrı karizmadan geçer

“Başarılı liderlik potansiyeli” düşüncesi, bizi ister istemez “karizma” kavramı etrafında dönen tartışmalara getirir. Lenin, Bolşevik Devrimi’ni gerçekleştirdiğinde parti üye sayısı ancak on bindi. Cengiz Han, tüm Asya’yı yalnızca iki yüz bin askeriyle egemenliği altına aldı. Mao Zedung’un uzun yürüyüşü sonucunda kurulan Çin Halk Cumhuriyeti, hâlâ günümüzün en önemli uluslararası politik aktörlerinden biri olmayı sürdürüyor. Mustafa Kemal Atatürk, neredeyse yapayalnız bir yaşam çizgisi izleyerek, bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir ulus-devlet kurmayı başardı. Böyle birçok örnek verilebilir. Başarılı liderleri başarısızlardan, tarihteki büyük liderleri hiçbir iz bırakmadan geçip gidenlerden ayıran psikolojik özellikler konusunda “karizma” kavramı oldukça işlevsel olabilir; liderle toplum ve kültür arasındaki psikolojik kesişim noktası aydınlatılabilir.

Yunanca kökenli “karizma” kavramı; “ihsan edilmiş, bağışlanmış” anlamına geliyor. “Keramet”, büyük olasılıkla karizmanın Arapçaya geçmiş hali. Karizmatik insan, kendisi öyle görmese de insanlar tarafından adeta keramet sahibi gibi algılanır. Herkes ister ama çok az insan gerçekten karizmatik olabilir. Karizmanın bir biçimde insanlar tarafından hissedilebildiğine inanılır. Hatta inandıklarını mutlaka gözleriyle görmeleri gerektiğini düşünen bazıları, karizmatik kişide hissedilen bu haleyi, aura’yı “başının üstünde bulut dolanırdı” ya da “gözlerindeki derinlikte kaybolunurdu” gibi tanımlarla somutlaştırmaya çalışırlar. Kavram, bilim dünyasına 20. Yüzyılın başında Alman düşünürü Max Weber tarafından sokulmuş ama daha sonradan yüklenen birçok bilimdışı nitelikle anlamı sislendirilmiş ve karartılmıştır. Eğer titizlikle yeniden bilimsel itibarına kavuşturulursa, bu kavram sayesinde liderlik alanında pek çok konuya ışık düşürülebilecektir.

Max Weber’in sosyolojisinde ilk kez kendisine yer bulan “karizma” kavramı, büyük liderlerin olağanüstü kişilik özelliklerinin bilimsel düzeyde teslim edilişiydi. Weber, liberal bir dünya görüşüne sahip olmakla birlikte karizmaya önemli bir işlev yüklüyordu. Ona göre her toplumda otorite, kendisini meşrulaştırmak için geleneksel, yasal-akılcı ve karizmatik olmak üzere üç yetki kaynağına başvuruyordu. Geleneksel yetki (meşruiyet), kişisel ve doğuştan kazanılan statüye dayanır. Geleneksel yetkiye boyun eğenler, bu yetkiye sahip kişinin emirlerine, geleneklere uygun olduğu sürece riayet ederler. Weber'e göre karizmatik yetki de kişisel bir yetki tipidir ama elde ediliş biçimi açısından geleneksel yetkiden çok farklıdır. Karizmatik yetki, lidere yönelik kişisel bir atıftır. İzleyicileri, karizmatik liderin insanüstü, süper bir kişi olduğuna ya da en azından istisnai güçlere sahip olduğuna inanırlar. Bu güçlerin, izleyicilerin yararına olacak biçimde, lider tarafından sık sık sergilenmesi gerekir. Liderle izleyiciler arasında pek de akılcı olmayan bağlar bulunur. Weber, yasal-akılcı yetkinin ise geleneksel ve karizmatik yetkiden farklı olarak kişisel olmadığını, seçimle kazanıldığını ve rasyonel esaslara dayandığını belirtir. Bu yetki türünde, emirler herkesi bağlayıcı kural ve normlara dayanır ve yetkiyi elinde bulunduranlar da kurallara uymak zorundadır. Emirlere, geleneklere uyduğu ya da liderin arzusu olduğu için değil, rasyonel kurallara dayandıkları için riayet edilir.

Weber’e göre demokrasi, öyle tuhaf bir rejimdi ki, devletin daha fazla demokratik olabilmesi için daha fazla kurumsallık ve bürokrasi ortaya çıkmak zorundaydı. Acaba karizmatik kişi, demokrasinin içinde, demokrasiyle birlikte büyüyen bu tümör dokusuna panzehir olabilir mi diye bile düşündü. Ona göre karizma en gelişmiş demokrasilerde bile olması gereken bir şeydi.

Liderin karizmasının; grubu, toplumu, kitleleri etkileme gücünün kaynağı, doğrudan doğruya insanın grup-varlık oluşuyla ilgili görünüyor. Nasıl zekâ, kavrayış gücü vs. gibi bireysel yeteneklerimiz varsa, grup-varlık olma hususunda da birbirimizden farklı özellikler, yetenekler taşıyoruz. Grup-varlık olmaktan kaynaklanan yeteneğimize, kabaca ve kısaca, başta ortak yaşantılara sahip olduklarımız olmak üzere diğer insanları anlama ve koruma yeteneği ya da potansiyeli diyebiliriz. “Karizma” kavramını işte bu özel yeteneği tanımlamak için kullanıyoruz.

Diğer insanları anlama, koruma (ve dolayısıyla etkileme) potansiyeli, yani karizmatik yetenek, insandan insana değişiklik gösteriyor. Bizim ve grubumuzun insanlık halini fark eden, bize ve grubumuza değer veren, bizleri koruyan insanlara daha çabuk güveniyor, onları öne çıkararak liderleştiriyoruz. Bir liderin başarılı olup olmadığının kriterleri elbette çok değişik biçimlerde sıralanabilir ve başarılı olmakla karizmatik olmak, kesinlikle aynı anlama gelmez. Karizmatik bir lider, pekala toplumunu yıkıma götürebilir ya da tam tersine karizmatik olmayan bir lider pekala başarılı olabilir. Ama toplumsal psikolojide genellikle karizmatik olmakla başarılı olmak özdeş olarak kabul edilir. Karizmatik olan, toplumsal psikolojide kendisine daha sağlam bir biçimde yer bulabilen, adeta toplumun gönlünde taht kuran liderdir. Toplum ise gönül tahtına kendi benliğini en çok okşayan, benlik saygısını en çok doyuran lideri yerleştirir; karizma bahşettiğini de otomatik olarak “daha başarılı” diye kodlar, belleğine o şekilde yerleştirir.

Karizmatik liderin özelliklerini genel olarak ifade edebileceğimiz bir formülasyon yok elimizde. Bir işyerinde, bir toplulukta, grupta veya millet gibi büyük ölçekli gruplarda liderin karizmatik olup olmadığından bahsedebilmemiz için o grubun ihtiyaçlarını ve karizmaya yüklediği anlamı bilmemiz gerekiyor. Süreç, “cemaat”, “ulus”, “millet”, gibi büyük ölçekli gruplarda da aynı şekilde, yalnızca biraz daha karmaşık bir biçimde işliyor. Karizmatik kişi, kendisine karizma atfeden topluluğun ihtiyaçlarını, beklentilerini hissetme konusunda doğuştan bir istidat gösteriyor, topluluk da onun bu özelliğini fark edip, arzusunu ona yatırıyor. Karizmanın ortaya çıkışında liderin uygun nitelikler taşıması önemli ama son çözümlemede karizmayı belirleyen ve öne çıkaran bizzat toplumun kendisi oluyor. Kitle neyi hak ediyorsa, ona uygun bir liderlik şekilleniyor.

Karizmatik nitelikli liderler, daha ziyade toplumların kriz dönemlerinde ortaya çıkma çıkıyorlar. Bunun tersi de doğru; liderliğin değil sistemin önemli olduğu, işlerin bir biçimde yolunda gittiği zamanlarda, örneğin bugün modern Batı toplumlarında karizmatik liderlere fazlaca ihtiyaç duyulmuyor; yöneticiler eğitim, okullardan alınan diploma vs. gibi ölçütlerle belirleniyor. Bu toplumlarda başarılı olmak için karizmatik nitelik gerekmiyor; tanımlanan işi ne kadar iyi yapıyorsanız, o kadar başarılısı oluyorsunuz. Ama bizim gibi henüz kurumsallık ve iş tanımlarında sorunu olan modernleşme sürecindeki ülkelerde durum biraz daha farklı. Toplumun kendine güvenli bir biçimde yolunda ilerleyebilmesi için şiddetle başarıya ihtiyacı var ama belli ki bu başarı kurumsal ve tanımlı işlerden değil, münferit, bireysel becerilerden kazanılacaktır. Bu yüzden toplum, kendi arzu ve ihtiyaçlarını temsil eden başarılı bireyleri her alanda öne çıkarır ve onlara iş tanımının ötesinde, kurtarıcı, karizmatik özellikler bahşeder.

Recep Tayyip Erdoğan’ını hazırlayan tarihsel koşullar

Peki, liderlik ve karizma üzerine bu söylediklerimiz, Recep Tayyip Erdoğan’ın önlenemeyen yükselişini açıklamakta bir işe yarar mı? Bizce, bu sorunun cevabı tartışmasız biçimde “evet”tir. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik başarısı ve etkisinin giderek artan gücü, büyük ölçüde onun kişiliğindeki karizmatik niteliklerle ve bu niteliklerini olaylar karşısında başarılı bir biçimde sergilemesiyle bağlantılıdır. Ancak O’nun karizmatik kişilik özelliklerini ve karizmasından kaynaklandığını ileri sürdüğümüz olağanüstü başarısını açıklayabilmek için karizmatik etkinliğinin çok uygun düştüğü iki sosyopsikolojik olguyu daha aydınlatmaya ihtiyaç vardır. Bunlardan birincisi, doğrudan doğruya İslam dünyasının ve bu dünyanın son lider-devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun modernliğin meydan okuması karşısında yaşadığı travmalar ve bu travmaları onaracak bir öndere duyulan ihtiyaçla ilgilidir. Bu ihtiyaçtır ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e çok yüksek ve sarsılmaz bir karizma atfedilmesine neden olmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün banisi olduğu Türkiye Cumhuriyeti, tüm mazlum milletler ve bilhassa mağlupların ruh halini yaşayan İslam dünyası için çok güçlü bir umudun doğmasına, dikkatlerin buraya çevrilmesine yol açmıştır. Yeniden derlenip toparlanmanın buradan olacağına dair bir inanç, tüm İslam dünyasının ruhsal fideliğine ekilmiş, yeşermek için fırsat kollamaktadır. Ancak modernliğin meydan okuması karşısında yaşanan sorunlar da devam etmektedir.

Sorunlar yalnızca bilimde, teknolojide, ekonomide geri kalmış olmakla sınırlı değildir; devletin iktidarı tamamen halka devretmesi ve dinle arasındaki sınırları belirlemesi konusunda ciddi dertler vardır. Türkiye’de ve İslam dünyasında toplum manzarasının ana oluşturucusu, modern teknolojiyle ve özellikle kitle iletişim teknolojileriyle olan ilişkilerin, bütün gündelik hayat pratiklerini, geleneksel olanın aleyhine saran çok ama çok hızlı olan değişimdir. Değişim öylesine büyüktür ki, toplumun iradesi, ne geleneğin yeni bir versiyonunu ne de yepyeni bir geleneği oluşturamayacak kadar suni ve cılız kalmaktadır. Ekonomik ve toplumsal alanlardaki hızlı modernleşmenin sonucu olarak ortaya çıkan bu değişimin geleneksel olanı yıkan tezahürlerine karşı durabilmek için psikolojik ve manevi alanlarda da değişim yerine tam tersine doğal bir direniş yaşanmaktadır. Bu direniş doğaldır; çünkü insanın anlam dünyasını oluşturan, daha doğrusu şu veya bu biçimde hayatına anlam veren geleneksel tarzın yıkılıp gidişi karşısında kayıtsız kalması beklenemez. Anlam dünyaları parçalanan her insan, bu parçalanmayı aynı zamanda kendi varlığının trajik bir yok oluş süreci olarak yaşayacak, iç dünyasında kendiliğinden bir direniş örgütlenecek, kendisini var kılan bütün manevi değerlerini, bütün hatıralarını bu yeniden inşanın yapı taşları olarak kullanacaktır.

 Bu dertler, gelişmiş dünyayla uyum içinde yol alma, kendine özgü modernleşme ve demokratikleşme sürecinde, halkın Adnan Menderes ve Turgut Özal gibi karizmatik şahsiyetleri iktidara taşımasına neden olmuştur. Adnan Menderes ve Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğan’ın hem rehberleri hem öncülleridir. Birçok bakımdan (halktan ve inançlarından, gelenekten yana ama yeniliğe açık siyasi çizgi) onlara benzer ama özellikle en dipten, dişiyle tırnağıyla engelleri aşa aşa gelmesiyle, endamı ve edasıyla onlardan ayrılır.  Recep Tayyip Erdoğan’ın psikolojisini anlayabilmek için O’nu hazırlayan tarihsel koşullarda saklı olan toplumsal ortamın bu türden özelliklerini aydınlatmak gerekir. Bunu bizden daha iyi yapacaklar olduğu için bu konuda söyleyeceklerimiz bunlarla sınırlıdır. Bizim söz alacağımız asıl yer, Recep Tayyip Erdoğan’ın karizmasının etkinleşmesine fırsat sağlayan ikinci sosyopsikolojik olguyla, Türklerin tarihsel psikolojisiyle ilgilidir.   

Karizma kavramının incelenmesi sırasında gördük ki, liderle toplum arasında güçlü bir duygusal bağ var; toplum kendi ihtiyaçlarını ve ideallerini karşılayacağına inandığı kimseye karizma atfediyor ve onu lideri olarak görmek istiyor, lider de toplumun ihtiyaç ve ideallerine duyarlı olduğu ölçüde karizmatik olmaya hak kazanıyor. O halde, Recep Tayyip Erdoğan’ın yükselen karizmatik liderliğinin de, içinden çıktığı toplumun ana çatısını oluşturan topluluğun, yani Türklerin liderlerinden karşılanmasını bekledikleri ihtiyaç ve ideallerle bir ilişkisi olması icap eder. Toplum, bir kimseye ne kadar yüksek karizma atfediyorsa, o kişiden karşılamayı umduğu ihtiyaç ve ideal beklentileri de o kadar büyük ve derin bir tarihsellikten beslenmektedir.

Türklerin tarihsel psikolojilerindeki liderlerine karizma atfetmelerine neden olan ihtiyaç ve ideal beklentileriyle Recep Tayyip Erdoğan’ın özelliklerini karşılaştırırsak durumu daha iyi anlayabiliriz. Bu karşılaştırma, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer dünya liderleriyle olan farklılıklarıyla ilgili bir değerlendirmedir de. Örnek verecek olursak, Putin, Rus coğrafyasındaki tarihsel psikolojinin ürünüdür, Recep Tayyip Erdoğan Osmanlı bakiyesi coğrafyanın. Dayandıkları tarihsel psikolojik zeminin farklı oluşu, onların liderlikleri arasındaki gerçek farktır; liderlik stilleri arasındaki farklar, bu gerçek farkın yanında ikincil kalır.

Türkler kimlere karizmatik liderlik özellikleri yüklerler?

Türklerin liderliğe bakışı, liderden bekledikleri ve lidere yükledikleri karizmatik özellikler de bu grup davranışı ve ortak tarihsel psikolojiyle ilintilidir. Türklerin psikolojisinin belirleyicileri olan grup davranışındaki boyutları, sırasıyla “âlemle”, “toplumsal cinsiyetlerle”, “mekânla”, “sözle ve yazıyla”, “parayla ve eşyayla”, “güçle”, “silahla” ve “dış dünyayla (öteki uygarlık ve dinlerle)” ilişkileri şeklinde ifade edebiliriz. Bu boyutların hepsinde konumuzla ilgili olan unsurlar vardır. Ama Türk grup davranışının bazı boyutları ve bazı unsurları, liderlik meselesiyle diğerlerine göre çok daha yakından ilişkilidir.

Türklerin tarihsel psikolojisiyle ilgili çalışmalarımızdan el ettiğimiz sonuca göre onların liderlerine karizmatik nitelik atfetmelerine neden olan en önemli özellik, liderliğe uhrevi bir makam olarak bakmalarından kaynaklanmaktadır. Liderliğe uhrevi bir makam olarak bakmaları, Türklerin bugün de önemli ölçüde süren, kimliklerinin oluşumunda anadilden sonra en belirleyici etkiye sahip olan en eski inançları nedeniyledir. Türklerin eski inancına göre her yeri kaplayan, her şeyin yaratıcısı olan ve her şeyi hükmü altında bulunduran Gök-Tanrı, Kağan’a kut da verir. Gök-Tanrı’dan kut alan Kağan, “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi”dir. Kağana başkaldırmak ve ona karşı suç işlemek Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suç kabul edildiğinden, her halükarda itaat istenir.  Ancak Kağan, böyle yüce bir makamda bulunuyor diye halkına her türlü zulmü uygulama hakkında sahip değildir; hata işlerse Gök-Tanrı’nın gazabı onu da vuracak, “kut”unu kaybedecektir.

Liderlik makamının uhreviyeti, diğer bazı nedenlerle bir araya gelerek, Türk kültürünün lider merkezli bir itaat kültürü olmasına yol açar. Liderliğin göksel bir yanı olduğuna inanılır, lidere itaat edilir. Türklerde iktidar, teolojik gücün doğrudan yansıdığı ve itaatin ibadet olarak somutlaştığı makamdır. İslamiyet’in kabulüyle birlikte, bu durum değişmemiş; “ulul emre itaat” ilkesi, büyüklere, ebeveyne hürmetin İslamiyet’te de önemli olması gibi özelliklerle daha da pekişmiştir. Türkler, liderlerine saygıda kusur etmezler ama bunun karşılığında liderden de çok şey beklenir, onun toplumun babası olması, her türlü derdine çare bulması, zor gününde yanında yer alması istenir. Türk toplumunda liderlik makamına ulaşan kişinin, toplum tarafından yapılacak karizmatik atıflar açısından daha baştan avantajlıdır ama Türklerde liderlik böylesine avantajlarla donatılmış olmasına rağmen, yüksek sorumluluktan ve halkın yüksek beklentilerinden kaynaklanan bazı dezavantajlara da sahiptir. Bir biçimde liderlik makamına gelmiş bir kimseye gösterilen saygı ve itaat, onun bunları hak ettiği anlamına gelmez, ona karizma atfedebilmek için halkını koruyup kollayan, babalık eden bir maharet sergilemesi gerekir.
Patrimonyal otoriteyi ifade edebilmek için kullandığımız “babalık” sıfatı Türklerde liderliği anlatırken çok önemlidir. Zira Türk grup davranışında otorite ve itaat her şeye rağmen, yeterince içselleştirilmiş değildir. Özellikle Türklerin bir başka grup davranışı olan savaşçı zihniyetle bir araya geldiğinde içselleşmemiş otorite, ciddi problemlere yol açar. Türklerde başarılı liderlik yapmanın ölçütlerinden biri de, olabildiğince itaatkâr ama otoriteyi içselleştirmemiş bir toplulukla çalışırken uygun manevralarla hareket edebilmeyi becerebilmektir. “Babalık” sözü, zor bir toplum olan Türkleri yönetebilmek için gerekli olan bu uygun manevraları da kapsar.

Biz, Recep Tayyip Erdoğan’a atfedilen yüksek karizmanın ana niteliğinin burası olduğunu, O’nun tutum davranışlarından halkın kendisine inanılmaz biçimde, tıpkı bir “baba” gibi sahip çıktığını düşündüğünü sanıyoruz. Bazıları O’nun yetiştiği ortamın, ortalama bir Türk ailesinde dünyaya gelmesinin, yaşadığı sıkıntıların, çektiği mağduriyetin liderliğinde önemli bir pay sahibi olduğunu, bu özellikler sayesinde özellikle kent yoksullarının ve inançları nedeniyle hakir görülen insanların kendisiyle çok kolay özdeşim imkanı bulduğunu söylüyorlar. Biz bu tespite hiç katılmıyor, gerçeğin ters yüz edildiğini düşünüyoruz. Recep Tayip Erdoğan’ın tabandan gelmesi, mağduriyeti ve çektiği çile, olsa olsa ona “halden kolay anlayan” bir özellik katmış olabilir. Tüm tarihsel olgular, Türklerin kendisi gibi mağdur olanı değil, kendisini koruyup kollayacak kadar güçlü olanı liderliğe yükseltip ve karizma atfettiğini göstermektedir. Demek ki bu halk, en mağdur ve mazlum olduğu dönemde bile Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğindeki çok güçlü koruyucu, kollayıcı yanı sezmiş, liderliğini gösterme fırsatı bulduğu makamlar da O da halkın bu sezgisini boşa çıkarmamıştır.  

Ancak iktidar ve güç ilişkisinin söz konusu edildiği bu noktada Recep Tayip Erdoğan’a bu denli yüksek karizma atfedildiğiyle ilgili bir husustan bahsedilmelidir. Nasıl “ulul emre itaat” ilkesi, Türklerin itaat kültürünün İslami bir biçim almasına yol açmışsa, Türklerin dinle samimi biçimde ilgilenen kimselere zaten iktidardan doğal bir pay vermeleri de İslam dairesine girmelerinden sonra da devam etmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın bizce halka benzeyen, tıpkı halk gibi olan geçmişinden ziyade samimi bir dindar olarak algılanması, karizmaya giden yolu döşeyen en önemli etkenlerdendir.
Ona karizma atfetmek için bekleyenler, O’nun dışa yansıyan özellikleri arasında, hemen daha en başından mağdurlardan ve mazlumlardan yana olan adil, temiz, güvenilir bir çehre görüyor olmalıdırlar. Bu çehreye, onun inançlı bir insan oluşu çok inandırıcı bir arka fon sağlamaktadır. Ama bunlardan daha önemlisi, onun hem kendisini hem de kendisine bağlananları koruyacak güçlü bir iradeye sahip olduğu hissini verebilmesidir. Bu güçlü irade, savaşçı bir zihniyete sahip, otoriteyi içselleştirmemiş bir toplumun kendi iç çatışmalarını da çözüp yatıştıracak bir kapasitedir.

Otoriteden fazlası da gereklidir

Türk toplumunda karizmatik olabilmek için doğuştan var olması gereken temel kişisel özellikler bu yukarıda anlattıklarımızdır ve Recep Tayyip Erdoğan’da bu özellikler ziyadesiyle var gibi görünmektedir. Ama bu kişilik özelliklerinin dışında bazı liderlik erdemleri de olduğunda, karizma daha da taçlanır, nitelikli bir hal kazanır. Şimdi karizmayı taçlandıran bu erdemlere ve Recep Tayyip Erdoğan’da bulunup bulunmadıklarına bir bakalım:

Türklerin karizma atfettikleri liderlerinden bekledikleri erdemlerin başında yeniliğe açık olmak gelir. Tarihteki rolleri “uygarlıklar arasında arabuluculuk” etmek olan Türkler, her zaman uygarlıkların ürünlerine açık ve dinlere karşı hoşgörülü olmuşlardır. Liderlerinden de yeniliğe ve değişime açık olmalarını, dünyaya ayak uydurmalarını beklemiş; içe-kapanmacı yönetme stillerini reddetmişlerdir. Türk lider, dünyayı sürekli izlemeli, orada olup biten olumlu ne varsa ülkesine, kendi topluluğuna sunmak için gayret göstermelidir. En iyi, en güçlü olmaya çalışmalı, bunu yapamıyorsa bile yapabileni izlemeli, gözünü yükseklerden ayırmamalı, aza kanaat getirmemelidir. Ama onun izleyiciliği, sıradan bir taklitçilik ve körü körüne bağımlılık düzeyinde de olmamalı, özerk ve bağımsız karakterini her fırsatta ortaya koyabilmelidir. Türklerin yenilik karşısındaki bu fevkalade tutumları, İslam uygarlığının birçok atılım yapmasına neden olmuştur. İslam dünyası açmazlarından yenilikçi hamlelerle kurtulabilmek için bakışlarını bugün de Türklere çevirmiş durumdadır. Recep Tayyip Erdoğan, siyasi geçmişi tutuculuğuyla malul bir kaynağa dayalı olsa da yenilikçi olması ve dünyaya çok çabuk ayak uydurabilmesiyle temayüz eden bir liderdir.

Toplumun ihtiyaçlarını, ideal ve özlemlerini anlayabilen, bunlara uygun politikalar geliştirebilen Türk lider, karizmayı hak edebilmek için iyi bir muhabbet kültürü insanı olmak zorundadır; ayrıca yeri geldiğinde kendinden vermeyi, adil biçimde dağıtmayı, bölüştürmeyi becerebilen nitelikleri haiz olmalıdır. Türkler hala önemli ölçüde sözlü kültür dairesinde yaşayan insanlardır; muhabbeti, şarkı türkü söylemeyi, fıkralarla, atasözleriyle lafı gediğine koymayı severler. Lider, iyi bir konuşmacı değilse karizmadan da nasiplenemez. Misafirlik, gittiği yere eli boş gitmemek, kimseyi hakir görmemek, fakirle fakir, çocukla çocuk olmak Türklerin en geçer akçe gördüğü ve doğal olarak liderlerinden de bekledikleri erdemlerdir. Kimi zaman bir liderin gülümsemesi, şefkatle sırta dokunuşu, düğünde, bayramda özel ziyareti, birlikte resim çektirmesi, hal hatır sorması, konuştuğu kişinin adını hatırlaması gibi kişiye itibar ettiğini gösteren işaretler, dünyaya bedel olabilir. Bu erdemler belki eğitimle bir lider adayına öğretilebilir ama Recep Tayyip Erdoğan, tüm bu konularda kimsenin laf söyleyemeyeceği kadar Allah vergisi hususiyetlerle donatılmıştır. “Şiir okuyan adam” şiarı, O’nu yalnızca maruz kaldığı haksızlıklar açısından değil fakat aynı zamanda kelimenin gerçek anlamıyla şiir okuduğu için de karizmatik kılmıştır.     

Yeniden, iyiden ve güçlüden yana olan Türkler, tahmin edilebileceği gibi, kendileri için kanaatkârlığı benimseyebilirler ama liderleri için asla. “Bir lokma, bir hırka” formülü burada işe yaramaz. Kendileri çok mütevazı bir hayat sürdürebilirler ama liderlerinin dünyada en iyi ne varsa onu taşıyacak alımlılıkta olmasını, kendilerinden yabancılaşıp kopmadan en iyi biçimde temsil edilmeyi isterler. Bu iddialı tavır, liderin hem söylemi hem de yaşam tarzı için geçerlidir. Şüphesiz tek başına boy pos, liderlikte bir anlam ifade etmeyebilir ama Recep Tayyip Erdoğan’ın boyuyla posuyla, bedenini taşıma biçimiyle, kılık kıyafetiyle halkın kendisinden beklentilerini tartışmasız biçimde yerine getirdiği açıktır.

Türkler, liderlerinin kararlılık ve cesaretini her zaman alkışlarlar ama dediğim dediklik ve inatçılıkla kararlılık arasındaki farkı da bilirler. “Dediğim dedik çaldığım düdük” diyenler, Türk kültüründe alay konusu kişiliklerdir. Türk lider, “her şeyi ben bilirim” şeklinde bir tutum takınmak yerine, çevresinde güvenilir danışmanlar bulundurmak ve bilgelere danışmakla yükümlüdür. Danışmak, Türk lideri yüceltir. En büyük Türk liderlerinin aldıkları kararların arkasında hep "hacibler" (danışmanlar) ve bilge kişiler bulunur. Hacibler, liderin doğru bilgilenmesinden, adaletli ve şefkatli davranmasından sorumlu oldukları kadar, lider de haciblerin acı veya tatlı, yumuşak veya sert uyarılarını ve eleştirilerini dikkate almakla yükümlüdür. Türk tarihinde yöneticilerin bilgiye ve bilginlere verdikleri değer, gösterdikleri saygı çok önemli bir yer tutar ve liderliğin karakteristiklerinden kabul edilir. Hemen tüm büyük liderler, yanı başlarından ayırmadıkları hocalarıyla birlikte anılırlar. Hacibler, danışmanlar, rehberler, Türklerin liderlik anlayışlarında çok önemli bir yere sahiptir ama aynı şekilde liderin kimleri yakın çevresine aldığı da çok önemli bir değerlendirme ölçütü sağlar. Haciblerini, kişisel çıkarlarını millet menfaatlerinin önünde gören; dünya nimetlerini, Tanrı buyruklarına tercih eden dalkavuklardan seçen liderler ise başarı yüzü görmedikleri gibi milletin lanetiyle anılmışlardır. “Dalkavuk” kelimesi, Türklerin liderlerinden beklentilerini anlamamızı sağlayan önemli sözcüklerdendir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Türklerin tarihsel psikolojisinde liderlerine karizmatik nitelikler yüklemek için çok önemli erdemlerden birisi olan “danışmak”ta, nasıl bir yol izlediği onun en bilinmeyen yanlarındandır. Yanında, yakınında bulunan kimseler eleştirildiğinde, aslında kendisinin eleştirildiğini bilmek, toplumca kabul görmüş bilge kişilere danıştığını açıkça belli etmek durumundadır.

Türk liderde vazgeçilmez nitelikte görülen bir erdem de bir omurga siyaseti izlemesi ve yönetimde sergileyeceği adil tutumlardır. Türklerin eski zamanlarda soy-boy tarzı örgütlenmeleri, kurdukları devletlerin ve imparatorlukların, aralarından en güçlü boyun idaresinde olmasına ve iktidarda olmayan boyların sürekli huzursuzluk kaynağı oluşturacak şekilde yerleşmesine sebep olmuştur. Bu segmenter sosyolojik özellik, zihniyet yapısına yansıdığı için bugün de etkisini sürdürmektedir. Toplumun segmenter yapısı ve sorunlar karşısında devreye soktuğu savaşçı zihniyet, Türk organizasyonlarının ve liderliklerinin en çok güçlük yaratan yanını oluşturur. Kolaylıkla ideolojik kamplara, hizipler oluşumuna, “sizinkiler”, “bizimkiler” çekişmesine neden olan bu durum, herhangi bir kampın, segmentin değil de toplumun tamamının karizmasına hak kazanmak isteyen liderin, adil ve hakkaniyetli bir yönetim, kimseyi kayırmayan, dengeleri gözeten bir omurga siyaseti izlemesini zorunlu kılıyor. Adil yönetim, dünyanın her yerinde önemlidir ama Türkiye’de olmazsa olmaz niteliktedir. Batıdaki sınıflı toplum yapısından oldukça farklı olan Türklerin “segmenter toplum” yapısının getirdiği bölünme ve kutuplaşma tarzındaki olumsuzluklar, ancak adil yöneticilerle aşılabilmiştir.

 Türkiye’de yaşayanların birçok farklı etnisiteden gelen imparatorluk bakiyesi insanlar olmaları da adil yönetimin hayatiyetini artırmaktadır. Burada adil olmayan lider, yalnızca kendisini değil kendisiyle birlikte toplumu da mahva sürükleyebilir. Bu nedenle adil yönetim, yalnızca basit bir siyasi uygulama ya da kişisel bir erdem değil, liderden beklenen adeta doğuştan getirdiği bir karakter özelliği gibidir. Segmenter toplum yapısında liderler de çoğu kere kendi segmentlerinin beklentilerine uygun bir liderlik tarzı gösteriyorlar. Toplum segmenter yapıda, zihniyetlerimiz segmenter bir şekilde işliyor ama gündelik hayat segmentlerden oluşmuyor. Okulda, işte, devlet dairesinde, orduda, camide, sokakta insanlar hangi segmentten olurlarsa olsunlar bir arada yaşıyorlar. Bu nedenle toplum, segmenter yapısının olumsuzluklarını aşabilmek için siyaseti bir segmentin değil tüm toplumun dönüşümü olarak gören merkez siyasetçilerine bağlanıyor, onlara karizma atfediyor.

Türk toplumunun ve İslam dünyasının günümüzde en çok adalete ihtiyacı var. İdealler, en çok adalete yaslanan kavramlardan türetiliyor. Recep Tayyip Erdoğan’a toplum ve İslam dünyası bu kadar yüksek bir karizma atfediyorsa onun yüzünde karakter haline gelmiş bir adalet duygusunu görüyor olmalıdır. Ancak toplumun görmesi yetmez, liderin de karizmayı hak edebilmesi için icraatlarında en önemle üzerinde durması gereken husus, adil bir yönetimin hayata geçirilmesi için çalışmalıdır. Türkiye’den İslam dünyasına ve dünyaya Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında bir karizma armağan edilip edilmeyeceğini, bundan sonra O’nun izleyeceği politikalar belirleyecektir.  O’nun yönetiminde sergileyeceği adaletli tutumlar, modernliğin meydan okumaları karşısında kırılan gururlarını tamir etmek isteyen ve zaten dikkatleri Türkiye’ye ve liderliğine çevrili durumda hazır bekleyen Müslüman toplumların da gönüllerini fethedecektir.

Bu yazı iki yıl önce Davos’taki “one minute” çıkışından sonra yazıldı ve bugüne kadar yayınlanmadı. Şimdi 12 Haziran 2011 seçimlerinden önce hep birlikte durum değerlendirmesi yaparken işe yarayabilir diye yayınlamaya karar verdim. Aradan iki yıl geçti, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dan neler beklemişiz ve neler olmuş, hep birlikte düşünelim. Bu yazı, özellikle önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi için karar verirken bir kez daha bakmak için benim işime yarayacak. Size söz veriyorum, Allah’tan bir keder gelmezse, Cumhurbaşkanlığı seçiminden önce bu yazımı yine burada sizlerin huzurunuzda değerlendireceğim.

Haber10.com

Bu yazı toplam 20457 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum