1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Prof. Dr. Hayrettin Kara İle Röportaj

Prof. Dr. Hayrettin Kara İle Röportaj

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Psikiyatri Klinik Şefi olan Prof. Dr. Hayrettin Kara’nın Bediüzzaman yorumu

A+A-

YENİASYA GAZETESİ - Prof. Dr. Hayrettin Kara: “Bireyselleşmenin çok yüceltildiği bir dönemde kişinin kendini değersiz hissetmesi kolay hale gelmiştir. Ben bireyselleşmeyi insanların ileriye yönelik en büyük sorunlarından biri olarak görüyorum. Bireyselleşmede ayrışma, ötekileştirme, kopma, ötekini önemsizleştirme var. O zaman ötekini yok etme daha kolay hale geliyor.”

Son haftalarda televizyon ekranları, şiddet olaylarını duyurmakta birbiriyle yarıştı. Toprak yüzünden birbirini vuran akrabalar, sınava giremediği için annesini öldüren çocuk, komşusunun çocuğunu sobada yakan bir kadın... Acaba insanların şiddet neden bu kadar arttı? Bunu en düşük seviyeye indirmenin yolları nelerdir? Bu konuları Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Psikiyatri Klinik Şefi olan Prof. Dr. Hayrettin Kara ile konuştuk. Kara, insanın şiddete meylinin büyük bir oranda değersiz hissetme duygusundan kaynaklandığını belirtiyor. Kara, bireyselleşmenin değersizleştirmeyi beraberinde getirdiğini söylerken doğru yapılanmış cemaatlerin insanın ruhsal sağlığı açısından önemli olduğunu ifade ediyor.

Son günlerde medyada cinayet haberleri arttı. Bu tür haberleri gördüğünüz ne düşünüyorsunuz?

Şiddettin artıp artmadığına yönelik istatistikî bilgi bildiğim kadarıyla yok, ancak Batıdaki düşünürler ve psikologlar insanın kıyıcılığının ve şiddetin giderek arttığını söylüyorlar. Şahsen ben de şidde-tin biçimlerinin değişerek arttığını düşünüyorum. İnsan olarak bu tür haberlerle ve olaylarla karşılaştığımızda öncelikle anlamak isteriz. Şiddetin yıkıcılığını, sadece o insanlarda toplanmış bir kirlilik, pislik gibi değil, varolan insanlık sorununun bir parçası olarak alıyorum.

Yani şiddet uygulayan insanları kendimizden uzaklaştırmak yerine, toplumun bir parçası olarak mı algılamalıyız?

Onların yaptığı iş kötülüktür, bir katldir. Bu anlamda yaptıkları şeyler kötüdür, onlara ‘kötü insanlar’ diyebiliriz. Onları bir yere koyup toplumu ya da kendimizi kötülük denen şeyden ayrıştırdığımızda kendi içsel kötülüğümüzü bir yere yüklemiş ve kendimizi içsel olarak temize çıkarmış oluyoruz. Halbuki yeryüzünün bir yerinde bir yanlış varsa bu hepimizin yanlışlığıdır. Mardin’de katliam varsa bunda İstanbul’daki, İzmir’deki insanlar da sorumludur. Bu açıdan bu tür haberleri gördüğümde kendimi suçlu hissediyorum. Kendi üstümde sorumluluk hissediyorum.

Yani suç işlemiş insanları kendimizden ayrıştırarak kendimizi iyi mi hissediyoruz?

Derinlemesine değil, ancak yüzeysel bir analiz yapalım. Ölüm insanın doğasının bir parçasıdır ancak insan ölümü başkalarına atfederek kendinden uzaklaştırır. Kötülük de öyle! Halbuki hiçbir zaman o kadar ‘ak’ değilizdir. Kötü olan şeye yakınlığımız arttıkça sorumluluğumuz da artar. İnsan aynı zamanda bu sorumluluğu da almak istemiyor. Kötü olanı uzaklaştırarak kendini temize çıkarmaya çalışıyor.

Yani bu tür davranışlar kendimizi tanımamızı da engelliyor, öyle mi?

Demin verdiğim örnekteki gibi insan ölümü başkalarına atfederek kendinin ölümlü olduğunu düşünmüyor, dolayısıyla ‘kendini tanımaz’ oluyor. Burada ‘Herkes içinde bir katil taşır’ demek de istemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Önemli olan eskilerin gazap dediği insan güdüsünde bulunan bu yıkıcılığı nasıl iyiye sevk edeceği ve nasıl kontrol edeceğidir. Ben sorunun bireysel ve toplumsal olduğunu düşünüyorum.

Bediüzzaman’ın “Eğer illa ki düşmanlık etmek isterseniz düşmanlık duygusuna düşmanlık ediniz” mealinde bir sözü var...

İnsan düşmanlık, nefret duygusunu potansiyel olarak barındırır siz öyle birşey yapın ve düşmanlık denen şeyi kendine yönlendirin... Aslında psikolojik olarak çok güzel bir tavsiye. Ancak biz düşmanlık duygusunu öylesine kişiselleştiriyoruz ki en yakınımızda olan annemiz ve babamıza bu duyguyu yönlendirebiliyoruz. Başka unsurlar da devreye girince bu katle kadar gidebiliyor.

Türkiye’de artan şiddetin toplumun olgunlaşmamasından ve kültürel bir kaostan kaynaklandığı fikrine katılıyor musunuz?

Bu eleştirinin kendimize karşı acımasız bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Eğer toplumumuz Batı medeniyetiyle mukayese ediliyorsa onların daha az şiddete meyilli olduğunu düşünmüyorum. Olgunlaşmış gibi görünen toplumların daha az kıyıcı olduğunu düşünmüyorum. ‘Medenî dünya’ dediğimiz insanların yaptığı birinci ve ikinci dünya savaşları bunlara örnek. Bir de Avrupa’nın ortasında yaşanan Bosna dramı...

Şiddeti ortadan kaldırmak, en azından en düşük seviyeye çekebilmek için neler yapabiliriz?

Öncelikle eskilerin ‘gazap’ dediği saldırganlık insanın içsel dürtüsü olduğunu kabul etmemiz lâzım. Bu salt bir kötülük içermez. Bu gücü siz kendinizi korumaya yönelik kullanabileceğiniz gibi başkalarını yok etmeye yönelik de kullanabilirsiniz. İnsan böyle bir güce sahipse bunu kontrol edebilecek donanıma da sahiptir. Bu donanım ancak ilişki, eğitim, aile, belli bir kültürel atmosfer içinde etkinleşebilir. Bir de yıkıcı davranışın gerisinde ne olduğuna bakmamız lazım.

Hangi duygularla insanlar şiddete yönelebilir?

Şiddetin gerisinde öfke vardır. İnsan kendini değersiz hissettiğinde öfke duyar ve kendini değersizleştiren şeyi yok etmek ister. İçsel kontrol edici donanımı etkinleştirirken buna benzer noktaları iyi gözlemlemeliyiz. Bu tür yıkıcı davranışların gerisinde bazen salt bir anlamsızlık, boşluk, sıkıntı duygusu olabilir. Bunların yanında asıl yapılması gereken, insanı değersizleştiren tutumların ne olduğun bilmek ve bu davranışlardan uzak durmak. Çocuklarımızı yetiştirirken onların kendilerini nasıl değerli hissetmelerini sağlayabiliriz? Yoksa fark etmeden onların kendilerini değersiz gibi hissetmelerini mi sağlıyoruz? Bireyselleşmenin çok yüceltildiği bir dönemde kişinin kendini değersiz hissetmesi kolay hale gelmiştir. Bu bir paradoks gibi görünüyor. Bu zaman geçtikçe daha büyük bir sorun haline gelecek.

İnsanlara reklamlarda ‘Önce kendiniz mutlu olun, sonra başkalarını mutlu edebilirsiniz’ tarzında mesajlar veriliyor. Bir kadın dergisinde ‘Önce sen mutlu ol ki, sonra bebeğini mutlu edebilesin’ diye bir mesaj vardı. Siz bunların bireyleşme olarak mı algılıyorsunuz?

Ben bireyselleşmeyi insanların ileriye yönelik en büyük sorunlarından biri olarak görüyorum. Modern zamanda insanlardan kendi bireysel yalıtılmış varlığı içinde iyi hissetmesi isteniyor. ‘İyi hissetmek’ denen şey yalıtılmış varlığıyla sınırlıymış gibi... Halbuki insan bir ailenin, toplumun, ülkü birliğinin bir parçasıydı. Tabiî eski zamanda insanların bireysel tarafları da vardı, ancak bu toplumsal yapıyla dengelenmişti. Şimdi insanın bireysel varlığı dışındaki katmanların bir kıymeti olmuyor. Bu insanları çaresiz bırakan birşey; ‘birey’ olmak ya da değersizleşmek... Bireyselleşme insanın üstüne büyük bir yük bindiriyor ve değersizleştiriyor. Eskiden insanlar kendini çok yetersiz hissetseler bile, bir ailenin, toplumun, arkadaş çevresinin parçası olarak ‘iyi’ hissederlerdi. Bugün aidiyetin kıymeti olmadığından dengeleyici birşey bulunamıyor. Annelikle ilgili verdiğiniz örnekte geleneksel toplumda şöyle bir mesaj olurdu: “Sen bireysel olarak mutsuz olsan bile çocuğunu mutlu ederek mutlu olabilirsin.” ‘Sen önce mutlu ol sonra çocuğunu mutlu et’ anneyle çocuğu birbirinden ayrıştırıyor. Anne-çocuk bütünlüğünü koparıyor. Orada anne, bir tercih yapmak zorunda kaldığında kendini tercih edecektir. Bireyselleşmede ayrışma, ötekileştirme, kopma, ötekini önemsizleştirme var. O zaman ötekini yok etme daha kolay hale geliyor.

Toplumsal kamplaşma için de bu geçerli galiba?

İnsan kendisi için değerli olan şeyi yok etmez. Kişi kendini değersizleştirdiğini düşündüğü kurum ya da kişileri değersizleştiriyor ve yok etmek istiyor. Sırplar, Boşnakları katlederken onları ‘değerli birşey’ olarak katletmiyorlardı. Toplumsal kamplaşma sürecinin arkasında da ‘değersizleştirme’ süreci var. O zaman karşınızdakine daha kolay kıyıcı davranabiliyorsunuz. Az önce söylediğimiz şeyler dışında bir de öldürmenin ve şiddetin eyleme geçirilmesinin de kolay görülmesi var. Bu psikolojik olarak önemli bir nokta. Hz. Âdem'in oğulları Kabil ve Habil arasındaki anlaşmazlık ortadan kalksın diye ikisi adak adar. Habil’in adağı kabul olur. Bunun üzerine kendini değersiz hisseden Kabil, Habil’i öldürür. İlâhî deyiş bu durumu “O anda ona öldürmek kolay göründü” diye açıklar.

Öldürmenin çok kötü birşey olduğunu çocuklara anlatmak mı gerek?

Öldürmenin çok kötü birşey olduğu ve sonuçlarının korkunç olduğu öğretilmesi lâzım. Çocuklar açısından önümüzdeki on yıllarda öngöremediğimiz düzeyde sorunlarla yüzyüze geleceğimiz gibi kötü bir kehanetim var. Çünkü çocuklar medyadan ve internetten öldürmenin çok kolay olduğu üzerine yoğunlaşıyorlar. Oynadıkları oyunlar ‘yok etmek’ üzerine kurgulanmış. Bunun yanında öldürdükleri kahramanlar tekrar dirilebiliyor. Medya öldürmeyi oyun haline dönüştürmüş durumda. Bu tarzda koşullanmış insanların erişkin olduğunda ne olacağı konusunda çok düşünmek istemiyorum. Yıkıcılığı kontrol edici kültürel, toplumsal mekanizmalar gittikçe zayıflıyor.

Nedir o mekanizmalar?

En basit ve yalın örnek “Küçüklerini sevmek, büyüklerini saymak” öğretisidir. İnsanların bir arada yaşamasının yalın ve olağanüstü ilkesidir.

Medya demişken ölüm haberlerinin medya tarafından bu kadar abartılarak verilmesini nasıl buluyorsunuz?

Öldürmek gibi bir hadisenin sadece ‘haber’e indirgenmesinin çocuklar ve gençler üzerinde olumsuz etkisi olacağını düşünüyorum. Bu tür haberler duyarsızlaşamaya yol açıyor. Haber yapmanın da bir ahlâkî sorumluluğu olduğunu düşünüyorum.

Şiddete yönlenmede değersiz hissetme bireyselleşme ve değersiz hissetme duygusunun ağır bastığını söylediniz. Bu konuda dinin insan üzerinde nasıl bir etkisi var?

Bazı insanlar dini bahane ederek insanlar öldürmüşlerdir. Halbuki din, tarih boyunca insanları koruyan kurallardır. Dinler insanların öldürülmemesi üzerine öğütler verir. Din yaşama dönük, yaşam severdir. İnsanların barış içinde yaşaması konusunda kutsal metinler koruyucu olmuştur.

Geçen haftalarda cemaatleşmenin kötü olduğu yönünde tartışmalar oldu. Siz ise tam mânâsıyla bireyselleşmenin kötülüğünden bahsediyorsunuz?

Cemaatleşme insanî bir durum. Temel kural yalındır; insanın fizyolojik ve psikolojik durumu için uygun olanı dengeli ve ahenkli olanıdır. Cemaat bireyselliği tümüyle yok ediyorsa kişiselliğin gelişimini yok ediyorsa olumlu değildir. İnsan ilişki içinde doğar, büyür ve insan olur. Cemaat bu sağlıklı ilişkiyi sağlıyorsa güzeldir. İnsan tek başına yaşayan bir varlık değildir. Cemaatler bunu sağlıklı birşekilde karşılıyorsa iyidir. Önemli olan vasat olandır.

Bu haber toplam 29723 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum