1. HABERLER

  2. DİN PSİKOLOJİSİ

  3. Din ve Maneviyata Yaklaşım Sorunları

Din ve Maneviyata Yaklaşım Sorunları

Psikoloji ve Psikiyatri’de Din ve Maneviyata Yaklaşım Sorunları

A+A-

www.benotesi.com / Psikoloji ve Psikiyatri’de Din ve Maneviyata Yaklaşım Sorunları

Tüm medeniyetlerde tarih boyunca rûh sağlığı, din, maneviyat ayrılmaz bir bütün iken, son yüzyılda modern rûhbilim, din ve maneviyat dışında bir bilim olarak gelişti. Din ve psikoloji arasındaki bu hassas dengeyi 1918 de C.G. Jung şöyle açıklıyordu. O zamana kadar hakim olan Hristiyan dünya görüşünün gerilemesi ile birlikte* olağanüstü yoğunlukta bir bilinçdışı aktivitesi oluşmuştu. Bu bilinçdışı aktivitesi psikoanalizin ve analitik psikolojinin temeli olan Fransız psikopatoloji ve hipnoz okullarının meydana çıkışlarının tarihsel zamanlamasıydı. Jung’un yorumuna göre bilinçdışı aktivitesinin dışavurumu bireysel sembolizmdeki yaratıcı unsurları harekete geçirmiş ve nörozlarda bir artış izlenmişti.(1) Yâni din gerilediğinde, aşkınlık ihtiyacı (need for transcendence) artıyor ve insanoğlu bilinçdışı da dahil olmak üzere tüm kaynaklarını / potansiyelini bu gerilimi aşmak için devreye sokuyordu. Aşkınlık arayışı gerilimini (bir tür nörotik acı) azaltmak ve insanı anlamak için o zamanlar elde olan en harika enstrüman ise, maddi dünyayı feth etmek için kullanılan ampirik-bilimsel yaklaşımdı.  Ama insan rûhunun derinliklerine doğru inildikçe ampirik-bilimsel yaklaşım gittikçe yetersiz kaldı. İnsanın bir yarısı (orta ve alt bilinçdışı) analiz edilirken, üst bilinçdışı ihmal edildi. Tıbbın tüm alanlarında bilim ağır hastalıklara çare buldu, insan ömrü uzadı ve bedensel açıdan hayatın kalitesi düzeldi, ama insan rûhu gittikçe kararmaya başladı, rûhun depresyonu (noojenik depresyon) toplumları bir veba gibi sardı. Son senelerde, özellikle hümanistik/insancıl, psikosentez ve benötesi psikoloji ekollerinin devreye girmesiyle bu konuda olumlu adımlar atıldı ama halâ bazı kesimlerde din/maneviyat ve psikoloji/psikiyatri düşman kardeşler durumunda. Fakat bu durum - alttan - gelen baskı  ile değişeceğe benziyor. Belki de artan metafizik gerilimin etkisiyle insanlar artık, aşkınlık boyutu olmayan, insanı olduğundan çok aşağılara indirgeyen bir rûhbilim istemiyorlar. İnsanın aslında kim olduğunu unutması, davranış ve vâroluş ahlâkını yitirmesi sadece rûhu karartmıyor, artık bildiğimiz gibi küresel boyutta bir ekolojik kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Önümüzde kendi eserimiz olarak duran ekolojik felâket nedenli göz ardı etsek de başımızın üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Evet bu eser bizim eserimiz, kirlenen ırmaklar, denizler, can çekişerek ölen balıklar, yavrularımızın soluduğu kirli hava, yok ettiğimiz ozon tabakası ve mor ötesi ışınlarla kör olan kuşlar, sera etkisiyle ısınan atmosfer, seller, çölleşmeler hepsi bizim eserimiz, muhteşem ve korkunç insanoğlunun eseri. Ama aynı korkunç insan rûhunun derinliklerinde, tâ ezelden beri tüm bilgeliği ve olabilecek tüm güzellikleri de taşıyor. Evet bu denli vahşi, yok edici ve bu denli yaratıcı ve bilge insan her insanda, aynı ânda, beraberce varoluyor. İşte yukarıda sözünü ettiğim metafizik gerilim, gölge varlık iken aslına rücu etmek isteyen, yeniden doğmak isteyen insanın gerilimi. Hiç şüphe yok ki tasvir ettiğimiz felâket tablosunu oluşturmakta modern rûhbilimde bir rol oynuyor.” Gölgesini”analiz etmekten insanın aslını unutan rûhu gerektiği gibi tanıyamayan”rûhbilim”. Ama insanın aslının karanlık ve kötü olduğu, insanın sadece bu dünyada var olup sonra bir sabun köpüğü gibi patlayıp yok olacağı, içinde yaşadığımız güncel bilincin var olabilecek en üst düzey bilinç durumu olduğu gibi bazı bilimötesi (pseudoscientific) dar görüşlü spekülasyonlara insanlar artık inanmıyorlar. Bu konuda batı dünyasından bazı verileri sizlere aşağıda sunuyorum.
Öncelikle din ve maneviyat konularına duyulan ilginin arttığını müşâhede ediyoruz. APA (American Psychological Association) bir araştırmasına göre Amerikalı psikologlar, muhattaplarının kişisel yaşantılarını % 60 oranında dini terimlerle dile getirdiklerini izliyorlar. Ve yine bu araştırmaya göre her rahatsız altı kişiden biri dolaysız olarak maneviyat veya din ile ilgili konulara temas ediyor. Yine başka bir araştırmacı psikoterapi süreci esnasında kişilerin % 72 sinin terapinin herhangi bir zamanında manevi veya dinsel konular üzerine eğildiklerini naklediyor. (2)
Bu araştırma ve D.Lukoff ve arkadaşlarının temas ettikleri diğer çalışmalar psikoterapinin, insanın manevi ve dinsel arayışlarından kesin bir sınır ile ayrılamayacağını gösteriyor. Ayrıca batı dünyasında son senelerde yapılan tüm araştırmalar, hakim din kurumlarının (Katolisizm, Protestantizm, Musevilik) güçlerinin, güveninirliğinin ve liderlerine olan saygının belirgin bir şekilde azalmasına rağmen,(3) insanların kurumsal din/kilise dışında manevi arayışlarında belirgin bir artma gözlemleniyor. Amerika’daki bu süreci benim kişisel tecrübelerimin de teyid ettiği gibi Avrupa’da da izliyoruz.
Bu anlatılanlardan çıkan sonuç rûh sağlığı uzmanının gittikçe artan oranlarda terapi ortamında manevi sorunlarla karşılaşacağıdır. Meselâ varoluşcu terapi uygulayan terapistin, ölüm, anlam, hürriyet, yalnızlık gibi - son soruları cevaplama çabasında din sınırına yaklaşmaması ve hatta o sınırı zorlamaması mümkün değil. Ya Sartre gibi insan sonsuzluk deryasının üstünde yüzen bir sinektir, batmamak için kanatlarını çırpmaya mecburdur , kaostan geldik kaosa geri döneceğiz diyeceğiz. Ya da dini bir inanca sahip isek, insan Rahman ve Rahim olan yüce Yaratan’ın modeli üzerine yaratılmıştır, aslı sevgidir, sevgiden gelir, sınavı geçerse sevgiye geri döner mesajını vereceğiz. Bir üçüncü yanıt ise bilmiyorum yanıtı olabilir, o zaman da arayış içindeki insanda bir bileni arama özgürlüğünü kullanır.
Peki gittikçe artan manevi sorunlarla karşılaşmaya biz terapistler ne denli hazırız ? Öncelikle psikiyatri’nin maneviyat ve dine olumsuz bakışının nedenlerine kısaca bir göz atalım. Freud din kurumlarını evrensel obsessif nöroz diye tanımlamış ve insanların dini arayışlarını ilkel narsisizme gerileme diye yargılamıştı. Erken dürtü teorileri, dini arayışları, cinsel arzuların bastırılması ile eşdeğerli görmüş ve bu nedenle nesiller boyu psikoanalistler dini, suçluluk/bağımlılık duygularının kaynağı olarak telakki etmişlerdi. Bu nedenle bugün halâ genç psikolog ve psikiyatristler eğitim ve araştırmalarında maneviyat ve dini konularla ilgili bir tür rahatsızlık duyar, bu konularla ilgilenmenin kariyerlerini olumsuz etkileyeceğine inanırlar. Neticede psikiyatri camiası halâ bir biyopsikososyal-spritüel modeli yerine oturtamamıştır.(4) Fakat rûhbilimdeki bu tutum ile halkın genel tutumu arasında çok belirgin bir çelişki var. 1996 Gallup araştırmasına göre Amerikalıların % 96 sı Allah’a inanırken bu oran psikiyatristlerde  % 21, psikologlarda % 28 çıkmıştır. Geriye kalan rûhbilimciler ya ateist ya da agnostiktir. Bir başka araştırmada Amerikalıların % 72 si benim hayata tüm yaklaşımım dinimin temelleri üstüne oturur derken psikiyatristlerin sadece % 39 u ve psikologların  % 33 ü dinim hayatımın en önemli etkenidir önerisini benimsemiştir. (5)

Bu araştırmalardan çıkan sonuç insanların  - rûhlarını - teslim ettikleri bazı rûhbilimcilerin, Amerikan toplumunda - aslında çok temel ve hayâti öneme haiz olması gereken bir konuda - tedavi etmeye çalıştıkları bu insanlara yabancı olduklarıdır. Bu durumun Avrupa’da ve Türkiye’de pek değişik olduğunu sanmıyorum.
Yukarıda sözünü ettiğim manevi konularla ilgili rahatsızlık ABD’de araştırılmış ve APA (American Psychological Association) tarafından ülke genelinde yapılan bir çalışma psikologların % 85 nin eğitimleri esnasında çok ender veya hiçbir zaman manevi ve dini konularla ilgilendiğini göstermiştir. Halbuki APA’nın Psikologlar için etik prensipler ve davranış kodu (American Psychological Association 1992) genelgesinde, psikologların değerlendirme ve terapide sosyo/kültürel olguları - etik - açıdan bilmeleri gerekliliğini söylüyor. Bu eğitim eksikliği Lukoff’a göre psikolog ve psikiyatristler için manevi yaşantılar arasında yanlış teşhis koymaktan, karşı aktarım sorunlarına kadar bir dizi ağır yanlışlar, yâni cehâlet derecesine varan mesleki hatalar (ignorance), getiriyor. Bu nedenle ABD’de psikiyatristlerin uzmanlık eğitimine, dini ve manevi konularda da eğitim görme, 1995 yılında yayınlanan bir genelge ile eklenmiş. (Special Requirements for Residency Training in Psychiatry 1995)  Larson, Lu ve Swyers tarafından hazırlanan bir uzmanlık eğitim programı modeli maneviyat ile ilgili şu konuları da ihtiva ediyor.(6)
·  rûh sağlığı ve din ilişkisi
·  mülâkat ve değerlendirme yetenekleri
·  insan gelişiminde din ve maneviyat
·  din adamları ile teşrîk-i mesâi
·  konsültasyon/liezon ortamında çalışma
·  Allah(cc) tasvirleri ile çalışma
·  karizmatik dini yaşantılarla tanışma
·  tarikatler konusunda bilgilenme
·  hanımların tedavisinde manevi ve dini unsurlar
·  madde bağımlılığı
·  taciz olayları
Bu ortamda 1999 yılında ulusal sağlık araştırma enstitüsü (National Institute for Healthcare Research) John Templeton  maneviyat ve tıp vakfını kuruyor ve bu vakıf psikiyatrik uzmanlık eğitimi programlarını ödüllendiriyor. 2001 de 16 eğitim programı bu ödüle lâyık görülüyor. Uzmanlık eğitiminin yanısıra ABD’de ki tıp fakültelerinin % 33 de bugün maneviyat ve din üzerine dersler veriliyor.
Evet yukarıda gördüğümüz gibi Amerika’da tıp/rûhbilim ve maneviyat/din arasında bu yeniden buluşma, barışma süreci sürerken bizde neler oluyor biz göz atalım. Öncelikle birkaç sene önce bir sosyal psikiyatri kongresinde yaşadığım traji-komik bir olayı sizlere aktarmak istiyorum.
Birkaç psikiyatrist ve psikolog Alman meslekdaşımızla seminer çalışması yapıyorduk. Bir hanım psikolog aşağıdaki vakayı sundu : Efendim, 17 Ağustos depreminden sonra bu psikoloğun bir hanım hastası İslam dinini bilfiil yaşamaya karar vermiş ve örtünmüştü… Alman meslekdaşımıza yöneltilen soru bu kadının nasıl kurtulacağı konusuydu ! Alman - mubareğinin - yüzünde oluşan ifadeyi size anlatamam, adamcağız şaşkın fakat bu traji-komik durumu geç de olsa kavramış bir hâlde genel olarak birşeyler geveledi ve bir başka vakaya geçti...
ABD de yukarıda arz etmeye çalıştığım gelişmeler olurken biz galiba çağın tersine akan bir akıntıdayız. Gelin bu olaya birde şu açıdan bakalım.
Yukarıda vaka sunan psikolog hanım derinliğine vakıf olmadığı bir konuda kompetansını aşarak, bilimselliğin arkasına sığınarak, kendi şahsi dünya görüşünü, karşı aktarım yoluyla hastasına empoze etmeye çalışıyor. Ve bu tutumunu o kadar tabii görüyor ki, bir psikiyatri kongresinde vaka olarak sunmaya bile cesaret ediyor. Ve maalesef bu arada Türkiye’de ki rûhbilim câmiasını çok garip bir şekilde temsil ediyor. O Alman rûhbilimcinin bizden - öğrendikleri - ile, kendi ülkesinde, örneğin rahibe olmak isteyen genç bir hanımı, benzer bir grupta vaka olarak sunduğunu düşünün, herhâlde meslekdaşları ona bir uzaylıya baktıkları gibi bakarlardı!
Bir başka örnek daha vereyim. Bundan bir süre önce muhafazakâr hayat tarzı sürdüren bir arkadaşımın ergenlik çağındaki kızı rahatsızlandı ve benden bulundukları şehirde bir psikiyatrist ismi istediler. Bendeniz de tanıdığım en değerli meslekdaşımı tavsiye ettim. Aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra arkadaşımla karşılaştım ve nasıl gidiyor diye sordum.”Yahu güzel ama bu muhterem bizim kıza acaip şeyler söylüyor”diye bir cevap aldım. Kızcağız esrar almak istediğini söylemiş bizim mubarek de niye olmasın demiş ! Bunun üzerine anne / baba bu konuyu anlamak üzere kendisine gitmişler ve kızın söylediğinin teyidini almışlar ! Meslektaşımla karşılaşıp bu konuyu konuşamadım ve olmamış olmasını ümid ederim fakat hepimizin bildiği gibi rûhbilim camiasında, çağdaşlık, modernlik, - uygarlık - vs… adına, batının  niçin olmasın / why not felsefesini, ahlâki rölativizmini benimseyen birçok psikolog ve psikiatrist var. İşte bu meslekdaşlarım ile Türk halkının büyük çoğunluğunu oluşturan, İslâmi değerlerine bağlı muhafazakâr - sessiz çoğunluk - arasında dünya görüşü ve vâroluş tarzı açısından büyük bir uçurum var, sanki başka dünyalarda yaşıyorlar.Bu”çağdaş”, mağrur, kendi öz değerlerinden kopmuş ve bu öz değerlerini küçük gören, sözde entelektüel azınlık, görüşlerini paylaşmayan kendi halkını da çağdışı, gerici, ilkel olarak görebiliyor ! Hatta bâzen din düşmanlığına yakın bir tutum sergiliyebiliyor. Bu durumda artık fecâat boyutlarına varan bu ahlâki yozlaşma çerçevesinde bizim rûhbilimciler olarak sorumluluğumuzu bir kez daha düşünmemiz gerekmez mi ? Yine bir örnek verelim, meselâ genç bir hanım veya delikanlı, - rûhunu -  size teslim etmiş ve yardım bekliyor. Ben filancadan hoşlanıyorum onunla yatayım mı dediği zaman, - niçin olmasın - dersek İslâmi değerlere göre onu büyük bir günaha teşvik etmiş olmazmıyız ? Onun değerler sistemini alt üst edip, ailesi ile arasına aşılmaz bir uçurum koymasını teşvik edersek, uzun vadede bu insanın kişiliğinde neler olabilir ? Hem promiskiüte / evlilik dışı çok eşliliğin insana fayda verdiğini nereden biliyoruz ? Bu örnekleri alkol, uyuşturucu tüketimi, eşcinsellik, çocuk eğitimi, aile içi ilişkiler, giyim kuşam ve diğer benzer konular da çoğaltabiliriz. Terapistin ahlâki rölativizmi C.Lasch gibi birçok batılı sosyoloğun görüşlerine göre batı toplumunun çöküşünün nedenlerinden birisi olarak telâkki ediliyor. Psikoanaliz medeniyeti tedavi ediyorum derken rûh sağlığını bozuyor, kirletiyorsa, bizler bu sürece katılmak zorundamıyız ?

Evet maalesef tahminlerime ve duyumlarıma göre câmiamızda dine karşı husumetin bir kamuflajı olan basit sekülarizmden başlayarak açık din düşmanlığına kadar giden bu tutum münferit olaylar ile sınırlanamayacak kadar yaygın. İslâmı hayat tarzı olarak Kur’an öğretisi ışığında yaşamak isteyen birçok insan, dinî, manevi ve meslek ahlâkı konularında yeterince eğitilmemiş rûhbilimcilerin elinde potansiyel birer kurban durumunda. Bu tutumda olmayan tüm meslekdaşlarımı tenzih ederim. İşte bu tehlikeyi bilfiil yaşadıkları ve aşmak istedikleri için Amerikalılar - kendisi inansa da inanmasa da - rûhbilimcilerin manevi / dinî eğitimine bu denli önem veriyorlar. Rûhbilimci kendisi inanmasa da inananların görüşünü, ahlâki açıdan vâroluş tarzını bilmek ve bilmenin de ötesinde bu görüşe saygılı olmak zorunda. Sorun bizim ateist, agnostik, din veya İslâm karşıtı olma”hürriyetimiz”değil, sorun bizim bulunduğumuz yüksek terapist konumundan bu görüşleri, sanki herkesin kabul etmesi gereken evrensel değerlermiş gibi, diğer insanlara empoze etme isteğimiz. Bu davranış, bırakın tıbbi meslek ahlâkı ile bağdaşmayı, onun da ötesinde, potansiyel bir insan hakları ihlâlidir.
Terapist ile muhattabı arasındaki ilişkinin bir başka yönü ise, terapide oluşan metakomünikatif düzeydir.”Satırlar arasında”oluşan bu karşılıklı iletişimde, beden dili, ses tonu, bakış, giyim / kuşam, kelime seçimi ve vurgulaması, konu seçimi veya konu değiştirme, terapi ortamının dekoru ve benzeri semboller hep yoğun mesajlar ihtiva eder.
Ama yukarıda sıraladığım metakomünikatif karşılıklı etkilenme faktörlerinin dışında bir de terapist ile karşısındaki insan arasında - gönülden gönüle -  bir tür telepatik ilişki oluşabilir. Meselâ bilindiği gibi kişi terapistine göre rüya getirir! Freud’cu analiste getirilen rüyalar Freud’ün görüşlerine daha yatkınken, Jung’cu terapist arketip ağırlıklı rüyalar ile karşılaşabilir. Sanki yoğun bir eşduyumun yaşandığında, terapide karşılaşan iki insan , bu bölümün başında temas ettiğimiz gibi, kendi vâroluş alanlarını terk etmiş ve bir - bizlik - alanında buluşmuşlardır. İşte bu bizlik alanında gönülden gönüle birşeyler akar, bir tür birlik oluşur. Bu konuya girmemin nedeni, eşduyum ilişkisinde iki insan arasında sözlü iletişimin ötesinde bir şeyler oluştuğudur. Yâni inancı olmayan bir terapist istediği kadar bu konuya uzak dursun yine de konunun içindedir ve aynı süreç İslâmı bilfiil yaşayan bir terapist için de geçerlidir. Evet maalesef din ve maneviyat konularında yeterince eğitilmemiş psikoterapistler hakikatini bilmediklerdinî konularda önyargılı davrandıklarında, rahatsız kişiye ciddi bir zarar bile verebilirler. Öyleyse ben terapilerimde bu konulara girmiyorum, din benim alanım değil demek, metakomünikatif düzeyde mesaj zaten verildiği için, pek gerçekci değildir. Tecrübeli terapistlerin bildikleri gibi, terapi sonunda terapist ile muhattabı arasında çoğu kez dünya görüşü açısından bir tür senkronizasyon oluşur.
Peki terapistin tutumu konusunda olması gereken nedir diye sorarsak, aşağıda bazı görüşlerimi sunuyorum.
- Psikiyatrist ve psikologların eğitiminde ABD’de olduğu gibi maneviyat ve din konularının ciddi bir şekilde yer alması gerekiyor. Bu konuda oluşturulacak bir görev/araştırma komisyonu, ilâhiyat Fakülteleri ile işbirliği içinde, oluşturacağı tavsiye ve önerilerini gerekli bakanlıklara sunabilir. Bu eğitimin amaçları yukarıda belirttiğim gibi terapistin sınırlarını bilmesi, dindar insanlara karşı saygılı bir eşduyum geliştirmesi ve bu nedenlerle terapisinin etkinliğini ve kalitesini yükseltmek olmalıdır.
-  Batı dünyasında olduğu gibi, bizde de insan rûhunu teslim edeceği kişinin, dünya görüşlerini ve maneviyata yaklaşımını önceden bilme hakkına sahip olmalıdır. Batıda bu sorun mesela Katolik, Musevi, Budist psikiyatristler birlikleri oluşturulmakla çözülmüş. Internet sitelerinden mesela - catholic.therapists.com - a girildiğinde ABD’deki Katolik psikiyatristler karşınıza çıkar. Tabi ki New York’lu bir dindar Musevi, katolik bir psikiyatriste gitmek istemeyebilir. Çünkü sonuçta o kişiye - rûhunu - teslim edecektir! Peki dindar bir Müslüman niye bir ateist veya agnostik terapiste gitsin ? Nitekim bizde de İslâmı ciddiye alıp, bilfiil yaşayan bir insanın ateist, agnostik dininin temel buyrukları üzerine çelişkili ve hatta karşıt görüşler taşıyan bir rûhbilimciye gitmek isteyeceğini sanmıyorum. İslâm sadece kâğıt üzerinde yaşanan bir din değildir, inanç güncel hayatta her alanda uygulanan bir ahlâki davranışlar bütünü ile beraber gider. Bu muhtevada bir internet sitesinde, örneğin bir psikoterapist arıyorum başlığı altında rûhbilimcinin eğitimi, kullandığı terapi metodları, dine ve maneviyata yaklaşımı kısa ve öz bir şekilde belirtilebilinir. Böylece yardım arayan kişi özgürce kendi dünya görüşüne uygun terapisti seçebilir ve terapi esnasında kötü sürprizler yaşamaz. Gerçek çağdaşlık ve insan haklarına saygı da budur.
-  Ama herşeyden önemlisi rûhbilimcinin yardım arayan insan karşısındaki tutumudur. Daha ilk seansta terapist, ilk araştırmasını yaptıktan sonra, muhattabına kendisini tanıtmalı, kullanacağı metodları açıklamalı ve bu tanıtma esnasında maneviyat ve din konusundaki görüşlerini de açıklamalıdır. Bu dürüst tutum bir ayrıntı değil, ilk terapi oturumunun olmazsa olmaz kuralı olmalıdır. Terapist kendi görüşü ne olursa olsun, muhattabının manevi yönüne ve dinî varoluş tarzına saygı ile yaklaşmalıdır. Eğer tarafsız kalamayacağını seziyorsa, - ben sizin için uygun terapist değilim - diyebilmeli ve bu konuda daha verimli olabilecek bir meslekdaşına kişiyi yönlendirmelidir.  Aynı tarzda dindar bir terapist de kendisini din ve maneviyat görüşleri açısından tanıtmalı ve eğer terapi sürecinde dini ve / veya tasavvufi konularla da çalışacaksa bu tutumunu önceden açıklamalıdır. Almanya’da psikolog olarak çalışan bir Alman Müslüman psikolog, arkadaşım terapilerinde, tevekkül, teslimiyet, rıza, esma analizi, kabz/bast gibi Kur’an i kavramları da uygulamakta olduğunu biliyoruz. (7)
Sanırım - İslâmi Psikoterapi - ilerki yıllarda terapi zenginliğine yepyeni boyutlar katabilecek bir araştırma ve eğitim alanı olacak.

Burada kendi tecrübelerimden çıkardığım bazı sonuçları sizlerle paylaşayım. Dindar rûhbilimcinin tatbik edebileceği bir başka tutum ise, yine kendisini tanıttıktan sonra, öncelikle diyalog kurduğu insanın din / maneviyat dışı varoluşuna konsantre olması ve baştan dinî konulara mümkün olduğunca az temas etmesi, kişinin din konusunda yapabileceği aktarımı, uygun bir aktarım analizi ile, muhattabına yansıtması olabilir. Kişi terapistini idealize ederek onunla özdezleşmek isteyebilir, onun dini, manevi kişiliğine özenebilir ama bu tür bir dine dönüş, - aktarım hidayeti - bazen sabun köpüğü gibi geçici olabilir! Tüm terapi süreci boyunca sâdece dinî konular çerçevesinde hareket etmek, alt ve orta bilinçdışı alanlarının analizini olumsuz etkileyebilir, - arkada -feth edilmemiş kaleler bırakıldığı için, manevi gelişme de sağlıksız olabilir. Çevremizde bazen müşâhede ettiğimiz, öfke, nefret dolu, hoşgörüsüz, ilâhi sevgiyi kavramamış sözde dindar insanların sorunu işte bu geride bırakılan, yâni bilinçdışında çözülmemiş kalan karmaşa alanlarıdır. Dini hayat tarzı bazen, kompleksler için bir pseudo-süblimasyon işlevi de görebilir! Bu durumda kişi kendisi gibi vâr olmayan insanlardan nefret eder, çevresini hep eleştirir, seçici dikkati hep olumsuzluklara odaklaşır ve bu şekilde kendi bilinçdışındaki kabul görmeyen dürtüler dış dünyaya yansıtılarak geçici bir rahatlama yaşanır. Ama bu tür bir yansıtma gerçek İslâm’a ve peygamber ahlâkına tamamen ters düşer. Dindar terapist terapi stratejisi çerçevesinde, uygun bir zamanda, terapi aynasında muhattabına bu hırçın, hoşgörüsüz, asosyal, bağnaz, alt-kişiliği  (subpersonality) yansıtarak hem kişinin dinini kemâle erdirebilmesi (kemâl = olgunluk) için yardımcı olur ve hem de yeni kişilik boyutlarının yaşanmasına yol açar. Eğer dinini tanımayan bir terapist bu girişimde bulunursa, evet belki o hırçın çocuk sahneyi terk eder ama bu sefer sırada bekleyen diğer - mubarekler - , gölge alt kişilikler sahneye çıkabilir. Bağnazca da olsa iyi kötü dinini yaşamaya, dürtülerini kontrol etmeye çalışan insan, gemi azıya almış bir beygire dönüşebilir !
Bâzen dindar terapistin dinî konularda girişimi, kişinin vâroluş ekolojisi / psikohijyeni - kirlenmeye -  yüz tuttuğunda da önemli olabilir. Meselâ dinin tasvib etmediği veya yasakladığı bir davranışa yönelme olduğunda, terapist kibarca  - bu davranış dinî görüşlerinize uygun mu -  diye bir soru yöneltebilir. Özellikle ahlâki çöküntünün had safhaya ulaştığı, aile birliğinin yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu şu günlerde dinin temel koruyucu ilkeleri konusunda bilinç sahibi bir terapist, bâzen - hayat - bile kurtarabilir. Bâzen de kişinin sürdürdüğü hayat tarzı dindar bir terapiste işin başından beri çok ters gelebilir ve burada da karşı aktarım oluşabilir. Bu durumda dindar terapist de kişiye kendi görüşlerini belirttikten sonra, bu ilişkinin sorumluluğunu taşıyamayacağını söylemeli ve kişiyi daha uygun birisine yönlendirmelidir.**
Evet çağı olumlu anlamda yakalayabilmemiz için, temel insan haklarına saygı kanaatimce önce biz rûhbilimcilerden başlamalıdır. Bu ciddiye alma ve saygı dolu yaklaşımın doğal neticesi, halkımızın manevi dünyası üzerine araştırılmaların başlatılması olabilir. Ama eğer bu araştırmalar İslâmı yaşamayan, ateist, agnostik veya açıkca İslâm düşmanı insanlar tarafından yapılırlarsa, sonuçların ne kadar sağlıklı olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Çözüm inananın da, inanmayanın da bilimsel bir dürüstlük ve titizlikle bu çalışmaları yapmaları ve sonuçları medenice tartışmalarında olabilir. Mümkün araştırma alanları aşağıda sıralıyorum.
Meselâ hepimizin bildiği gibi ülkemizde yüzbinlerce insan metodik bir tasavvuf eğitiminden geçiyor, tabi ki burada - seyr-i sülûk - tan söz ediyorum. Bu insanlar hangi hâlleri yaşıyorlar, hayatlarında hangi kalıcı değişiklikler oluşuyor, zaman içersinde hangi evrelerden geçiyorlar... ? Bu gerçek yeterince araştırılmıyor, görmemezlikten geliniyor ve sonuç olarak da biz rûhbilimciler, tasavvuf dinamiğinden, bu oluşumun toplum üzerinde meydana çıkardığı büyük tesirden uzak bir şekilde - rûhbilim - yapabiliyoruz. Psikoterapi kendi öz halkının büyük bir kısmının duygularına, inançlarına, gelenek göreneğine ve arketipsel zenginliğine yabancılaşırsa bize yabancı hatta ters düşen bir sürece dönüşmez mi ?
Ciddi olarak sosyo-psikolojik açıdan araştırılması gereken bir başka olay ise, cemaatlere katılma nedenleri. Bu yeni sosyal ortamda rûhsağlığı açısından neler oluşuyor, meselâ bu manevi eğitim esnasında, psikosomatik rahatsızlıkların seyri nedir ? Tüm bu konular yeterince araştırılmıyor, bilimsel bir kör nokta gibi göz ardı ediliyor. Ama dünyada olaylar başka bir seyir gösteriyor, toplumların mânevi birikimleri ciddi bir şekilde değerlendirilerek o toplumun dinamiklerine göre özel yaklaşımlar tatbik ediliyor. Meselâ kendi öz değerlerine titizlikle sahip çıkan Japonya’da ki Morita terapisinden söz edebiliriz  Kronik bir mide hastalığından muzdarib bir iş adamı Morita terapisi sonunda sağlığına kavuştuğunda, hayatını Morita terapisini tanıtmaya adıyor ve bir de vakıf kuruyor. Bu terapi yaklaşımı Japonya ile sınırlı kalmayarak dünyanın belirli merkezlerinde uygulanan alternatif bir psikoterapi yaklaşımı. ***
Evet muhterem meslekdaşlarım, heyecan veren yeni bir dönemin eşiğindeyiz gibi görünüyor. Acı çeken insanlığa, kendi öz kültürümüzden esinlenerek, nefsin yapısını ve işleyişini anlatarak belki de yeni ufuklar açabilir, psikohijyenini arındırmak için yeni metodlar sunabiliriz, Japonlar yaptılarsa, biz tüm bu manevi zenginlik içersinde niçin geri kalalım ?

Dipnotlar

* dechristianisation of the prevailing world wiew 
** Tabi ki tüm bu süreçler esnasında terapistlerin tecrübeli, basit ikilemleri aşmış, kâmil bir üst-görüş mertebesine varmış süpervizörler tarafından süpervize edilmeleri ideal durum olurdu.
*** Morita terapisi çok ilginç alternatif bir terapi modeli. Shomo Morita (1874-1938) adlı psikiatrist tarafından geliştirilen bu metod, öncelikle”kronik kaygı rahatsızlığı / shinkeishitsu”tedavisi için tatbik edilirken, son senelerde dünyaya yayılarak diğer patolojilerede yöneldi. Japonya’nın Kyoto şehrinde ziyaret etme fırsatı bulduğum bir klinikte metodu yakından izleme fırsatı buldum. Kısaca rahatsız kişiler, 40 günlüğüne kliniğe alınıyor ve hiçbir ilaç tedavisi tatbik edilmeden, ilk günler vakitlerini, sâdece bir yer yatağında yatarak geçiriyorlar. Pikoterapi de yok ! Tedrici bir ergoterapi / çalışma terapisi uygulanıyor. Ana prensipler, teslimiyet / arugamama (acıdan kaçmama, acıyı kabullenme) ve patolojinin getirdiği ben merkezciliği aşmak için, gittikçe artan oranlarda, dış dünya ile temas. (Bahçe, mutfak çalışmaları vs..) Terapinin sonuna doğru mesleki aktivite yeniden klinikten yola çıkarak başlatılıyor. İşin en ilginç yanı, dünyadaki benzer rahatsızlıklarda tatbik edilen, klinik içi psiko- ve farmakoterapi tedavilerle aynı sonuçların alınması. Evet insanlar, ilaçsız ve terapisiz de düzeliyorlar ! Aklıma İslâmî ve tasavvufî yaklaşımlardan feyz alan, meselâ müzik terapisi uygulayan (bûselik makamı ile terapi !), biraz sema yaptıran bir - alternatif klinik - geliyor, niçin olmasın. Japonların Morita ve Naikan terapilerini tüm dünyaya tanıttıkları gibi bizlerde kendi terapi tarzımızı niçin tanıtmayalım, - eksiğimiz -  nedir ?

Kaynaklar


(1) Sonu Shamdasani, London,”Is analytical psychology a religion in statu nascendi.Journal of Analytical Psychology, 1999, 44, 539-545
(2) From Spritual Emergency to Spritual Problem : The Transpersonal Roots of the New DSM-IV Category. D.Lukoff, F.Lu, R.Turner www.sonoma.edu/psychology/os2db/lukoffl.html
(3) age (128) Sayfa 16
(4) Sprituality and Religion in Canadian Psychiatric Residency Training  A.D Grabovac, MD, S.Ganesan, Can. J. of Psychiatry, Vol 48, No 3, April 2003
(5) age (118)
(6) age (118)
(7) Oezelsel Mihriban, 40 Tage, Diederichs 1993

Bu haber toplam 22502 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum